Bediüzzaman’ın tâbiriyle medrese-i yusufîye…
Mahkûmların pirî olan Yusuf (as) nasıl bulunduğu zindânı medreseye çevirmiş ise Bediüzzaman da bu peygamberî hâli yaşamıştır talebeleri ile birlikte.
Sıkıntı, ızdırap, zehirlenme, tâzip, tarassut gibi maddî sıkıntılara rağmen yazdığı mektuplar ve Risâle-i Nur’daki bahisler hapishâneyi medreseleştirmiştir. Bu medrese hâletinden sadece nur talebeleri değil diğer mahkumlarda istifade etmişlerdir. En azılı kâtiller dahi Nur hakikatleri sayesinde imanlı, vicdanlı, vatanperver hâline gelmişlerdir.
Eskişehir, Denizli, Afyon hapishâneleri hep bu şekilde zulmetin arkasındaki rahmetlerin görüldüğü yerler olmuştur.
Ve okumak… Bediüzzaman kâinatı, Kur’ân’ı nasıl okuyorsa yaşanılan hâdiseleri de öyle okumuştur. Zirâ tüm hâdiselerin birer mektubat-ı Rabbaniye olduğunu biliyordur. Bu okumalarının neticesini ise hep talebeleriyle paylaşmıştır. Gaddar gardiyan, insafsız hapishâne müdürlerine rağmen yazdığı mektupları kibrit kutusuna, tabak altına koymuş ve talebelerinin bulunduğu koğuşa göndermiştir.
Me’yûsiyetin yaşanacağı hapishânede olan Nur Talebeleri bu mektupları okuduklarında koğuşlarında mesrûr olmuşlardır. Ve mektubu elden ele dolaştırarak tüm hapishâneye sürûr dağılmıştır. Sonrasında ise canla başla çalışmaya devam etmişlerdir. Kimi risâle yazmaya, kimi cevşen okumaya, kimi Kur’ân öğrenmeye, kimi çay demlemeye… Artık bilirler sıkıntılı hâllerin altında var olan inayeti….
Kırk ikilik bir top güllesi gibi doldurulan planlar ehl-i dalâlet tarafından uzun zamandır yapılmıştır. Fakat dergâh-ı ilâhiyeye açılan kırk iki mazlum ve masum el vardır. Ve bu masum ve mazlumların niyâzını duyan Rabbimiz o top güllesini geri çevirip atanların başına manen patlattırır. Var olan zâhiri sıkıntılar ise küçük yara bereden ibarettir aslında.
Büyük bir toptan pek az yara ile kurtulmak… Bediüzzaman bu hâlin pek harika olduğunu söyler. Ve devam eder mektubunda “Böyle pek büyük bir nimete karşı, şükür ve sürur ve sevinç ile mukabele etmek gerektir. Bundan sonraki hayatımız bize ait olamaz; çünki müfsidlerin plânlarına göre, yüzde yüz mahv idi. Demek bundan sonraki hayatı kendimize değil, belki hak ve hakikata vakfetmeliyiz. Şekva değil, şükrettirecek rahmetin izini, yüzünü, özünü görmeye çalışmalıyız.”
Hayatımızda maddî duvardan örülmüş hapishâne duvarları yoktur belki. Ancak manen zindânda hissedebiliriz kendimizi. Yaşadığımız musibetler, iç âlemimizdeki med-cezirler veyahut evhâmlar, hastalıklar, ayrılıklar… Bu hâlleri yaşıyor ve me’yus oluyorsak eğer hapishânede yazılan teselli ve müjde içerikli mektuplar bize devâ olacaktır. Her hâlimizde inayeti hissedecek ve sıkıntının aslında hafif olduğunu fark edeceğiz. Zirâ yaşadığımız musibet çok daha fazla tesir gösterecekken Rabbim bizi Risâle-i Nur hürmetine muhafaza ediyordur. O hâlde hayatımız bize ait değil… Risâle-i Nur’a ait. Aidiyet duygusunu tüm zerrelerimizce hissederek okumaya devam, yaşadığımız her hâdiseyi. Okuduğumuzda ne mi göreceğiz? Rahmetin izini, yüzünü, özünü ve inâyeti…