Kalem ve lamba… Farklı bedene ait eller tutuyor. Ruhları ise bir. Gecenin karanlığı onlar için nura açılan bir kapı. Zira gün güneşinde bazı karanlık kalpler nurun yayılmasını yasaklıyorlar. Kendi ellerini gözlerine siper ettikleri gibi herkesin de böyle olmasını istiyorlar. Karanlık, zulmet ve nursuz bir hâl… Tüm vatan sathında… Ya geceler… İşte o zamanda bu karanlık fikirlerini gece bekçilerine anlatıp, görevi devrediyorlar. Bekçiler tüm pencereleri kolaçan ediyor gece boyu. Hırsız ve zorbaları değil lambanın nurunu yakalamaya çalışıyor…
Bekçiler pencereye göz dikse, karanlık kalpler plân yapsa da kalem ve lamba iş başında… Nerede mi? Kimi derince bir sandık içinde, kimi ise bir tahta dolapta… Nasırlı bir el tutar kalemi. Belli ki bağ bahçe işleriyle meşgul gündüzleri. Orak, tırpan, kazma, küreğin avuç ve parmaklarında bıraktığı sızı ve nasırlara rağmen sıkıca tutmuştur kalemi. Eline merhem sürülmüşçesine tebessümkârdır siması. Bükük beli, kıvrılmış dizleri üstünde bedeni ile gecenin en huzurlu haletini yaşar. Bu hâlet yaşanırken nurlar sayfaya harf harf dolar. Ve diğer el kınalı ve narindir. Narinliğine rağmen iş görmüş olduğu apaçık bellidir. O da gündüz hamur yoğurmuş, soğuk sularda çamaşır yıkamış, iplik eğirmiştir. Sıra gecede nurun yazılmasına vesile olmak için lamba tutmaya gelmiştir. Bir gözü refîkinde bir gözü içeride mışılca uyuyan masum yavrularındadır. Bilir ki babalarının hikmetle yaptığı bu nurlu vazife yavrularının ve ailesinin ahiretinin kurtulmasına vesiledir. Hatta tüm köyün, şehrin, memleketin, insanlığın… Bir yavrularına bakar bir refîkine… Bir de yazılan eserlere… Tebessümle şöyle der gönlünden “Tüm insanlığın ebedî hayatının kurtulmasına vesiledir ya şu eserler, hamdolsun sana Rabbim…” Ve lambayı daha bir sıkı tutar şimdi o kınalı eli… Şefkat hisleri gözlerinden damlar sicim gibi. Sonra gözlerinde makes bulur kalem tutan elin gözleri. “Son cümle… El Bâkî Hüve’l Bâkî… Bu eserde tamamlandı hamdolsun.” der fısıltıyla. İki yorgun el yan yana gelir. Cennet köşelerinden bir köşedir ahşap kulübenin küçük odası. Refîki uzatır eseri refîkasına… “Sıra sende” der… “Eserin ismini sen daha güzel yazarsın. Çünkü ism-i Cemîle aynasın.” Kınalı el lambayı usulca koyar yere, eseri alır ve mahcupça eğer başını… “Siz nasıl münasip görürseniz” der. Uzun uzun bakıp okşar kitabı. “Ama buna bir de cilt gerek der, şöyle yaldızlı, pırıltılı.” Refiki başını öne eğer. “ Haklısın gönlüm ışığı… Ancak var mı ki cilt için kumaş alacak dünyalığımız… Neyimiz varsa harcadık mürekkep, kâğıt ve kaleme…” Sessizlik çöker ikisine de. Uyuyan yavrularının uykularındaki tatlı nefesleri kaplar odayı. Bir vakit sonra usulca kalkıp köşedeki divanın altından küçük bir sandık çıkarır. İçinden de bir bohçayı kınalı elleriyle nazikçe açar ve aradığını bulmanın sevinciyle uzatır bohçanın içindekini refikine. “Bak” der. “İşte dünyalığımız; gelin olurken bana aldığın bindallım. Tam da dünyalık… Kabre götürecek değilim ya. Kabrimizi aydınlatacak bir esere niçin cilt olmasın…” Sessizlik yerini şaşkınlığa ve sevince bırakmıştır. İkisinin de dilinde hamd vardır. Biri dünyalık gelinliğini nur eserine cilt yapacağı için, diğeri de dünyayı elinin tersiyle iten ebedi bir refikası olduğu için.
Kitabı alıp şöyle bir tutar gelinliğinin kumaşına. Ve heyecanla açar bir sayfasını. Sanki ilk defa okuyorlarmış gibi dikkatle bakarlar satırlara. Karşılarına çıkan ilk cümleyi okurlar birlikte “Ne mutlu o kocaya ki, kadınının diyanetine bakıp taklit eder; refikasını hayat-ı ebediyede kaybetmemek için mütedeyyin olur. Bahtiyardır o kadın ki, kocasının diyanetine bakıp ‘Ebedî arkadaşımı kaybetmeyeyim’ diye takvâya girer.”1Dünyada cennet hayatını yaşama bahtiyarlığı ile kalkarlar yerlerinden… Kitap ciltlenir… Ve eserin adı yazılır…
Risâle-i Nur… Lambaya gerek yoktur. Artık güneş doğmuştur. İki el hâlâ yan yanadır. Biri kınalı biri nasırlı…
Dipnot:
1.Lem’a’lar- 24. Lem’a