Esen rüzgâr… Hafif, tatlı, serin, yumuşak, ılık… Rüzgârda istenen tüm güzel hâlleri hâiz.
Sessizlik… Boğucu, ürpertici, yalnız hissettiren bir sessizlik değil. Tüm kâinatla berabercesine ünsiyet veren, yumuşacık, dinginleştiren, ruhu doyuran, cırcır böceklerinin eşlik ettiği bir sessizlik. Öyle ki bu sessizliği bozmamak için kuşlar bile kanatlarını usulca çırpıp, sâkince süzülüp uçarlar.
Binlerce zümrütleri başlarında tutan ağaçlarsa, yaprak yaprak zikirdeler. Sükûnet hâkim her hâllerine…
Gökyüzü kara… Kapkara… Ama bu karanlığın koyuluğu yıldızları daha da belirginleştirmiş… Uzansak tutup avuçlayacak hissi verir. Avuç avuç yıldız toplama hevesi coşar insanda…
Ve ay kızıllaşmıştır. Doğarkenki beyaz hâli; vakit geçip, zaman ilerledikçe parlamış ve yâkutî bir hâl almıştır. Vazifesini yapmış olmanın süruru vardır sanki batışında. “Bugünlük bu kadar, Allah’a ısmarladık “ der âdetâ, tüm onu seyre dalanlara. Devr-i teslim var semâda. Ayın yerine gelecek güneş hazırlıkta.
Ruhu mest edip, gözü doyuran, tene dokunan tüm bu hâllere muhatap olabilmek için perdemizi sıyırıp, penceremizin bir kanadını açmak kâfi. Ne zaman mı? Semânın süsü minarelerden “Hayyale’l – felâh, hayale’s salah” nidaları duyulmadan az evvel. Yani vakt-i seher…
Öyle bir vakit ki… Semâdan arza af ve mağrifet yağar…
“Allah Tebâreke ve Teâlâ, her gece, gecenin son üçte biri kalınca dünya semasına iner ve söyle buyurur: Mülkün sahibi benim! Kim ki bana duâ ederse, ona cevap veririm. Kim ki benden isterse ona veririm. Kim ki bana istiğfar ederse onu bağışlarım. Tan yeri ağarıncaya kadar bu böylece devam eder.”1
“Şüphesiz ki takva sahipleri Rablerinin kendilerine verdiği sevabı almış olarak cennet bahçelerinde ve pınar başlarında bulunacaklardır. Çünkü onlar bundan önce iyilik yapıyorlardı. Onlar geceleyin pek az uyurlardı. Onlar seher vakitlerinde Allah’tan bağışlanma dilerlerdi.”2
Kâinat, arz, semâ… Felâha ulaşmışlar bile… Nev-i insan… Haydi sıra bizde… Haydi felâha… Haydi kurtuluşa… Haydi salâha…
Dipnot:
1. Tirmizî
2. Zâriyât Suresi/ 15-18