Kara gözlerini karşısında duran annesine doğru dikmiş yumuk yumuk bakıyordu. İncecik kollarını annesinin boynuna dolayıp, sıkıca sarılmak telaşındaydı. Henüz ‘s’ harfini telaffuz edemediği için bir yandan kâl dili “anne üt, anne üt” diye ısrar ederken, diğer taraftan da lisan-ı hâliyle anneciğinin yanağına öpücükler kondurma çabasındaydı. Safi sıfatındaki belli belirsiz gamzesine inen tel tel siyah saçları, masumiyetini daha da katmerliyor, şirinliğine şirinlik katıyordu. Oyuna dalmış tam da bebeğinin ağzına biberonu dayamıştı ki, annesinin seslenişiyle girdiği âlemden çıkarak, gerçek hayata dönüvermiş, vazgeçemediği sütün tadını da der-hatır ederek birden acıkıvermişti. Hemencecik anneciğine koşarak boynuna sarılmış, yetmemiş onu öpücüklere boğmuştu.
Fıtratına derç edilmiş annelik duyguları şimdiden minik pırıltılarla hal ve hareketlerinde, oyunlarında, sözcüklerinde eserini göstermeye başlamış olacak ki, oyuncak bebeğini sarıp sarmalarken, kucağına alıp sallarken, minicik yastığına yatırırken pek de itinalıydı. Annesinin küçük bir kopyası gibiydi adeta. Cennet masumu yavrucak acelece az evvel oyun diyarında kaybolduğu odaya bebeğini getirme çabasında iken, şefkat kahramanı annesi çoktan mutfağa geçmiş sofra hazırlığına başlamıştı bile. Minik kız kucağına dikkatlice alarak bağrına bastığı bebeğini, koridordan gelişinde de aynı itinayla taşımış, mutfağa ulaştığında ise yine aynı dikkatle oturtmuştu mutfak masasına. Masanın etrafına dizilmiş sandalyelerden birisine de kendisi geçmiş, bununla da yetinmemiş güçsüz kollarıyla bebeğinin oturduğu sandalyeye iyice yanaşmak için birkaç hamle daha yapmıştı. Minik bebeğin biberonunu da unutmamış onu da getirip dayamıştı yine bebeğin ağzına. “Anne bebeğim de, ben de çok acıktık biliyor musun?”
“Tabi ki de yavrucuğum, bilmez miyim hiç? Hemen geliyor mamalarımız!”
“Yemekten sonra da resim yapacağız değil mi anne, üçümüz?”
“Tabi ki de…”
Üçü birlikte dizildiler, bir ucunda Allah ne verdiyse, öbür ucunda ise rengârenk boya kalemleriyle, bembeyaz kâğıtların hazırda bekleştiği masaya… Helâlin tadına varmak adına, verilenlerin şükrünü eda edasıyla… Annesi yavrucuğunu, yavrucuğu ise bebeciğini doyurma itinasıyla… Minik anne yavrusuna koyuldu meltem misali okşayan sesiyle mutfağın loşluğunda… Müşfik anne Cennetin misali bir karesinde buldu kendisini dünyanın loşluğunda… “Bismillah” zikirleri oldu her işin başlangıcında olduğu gibi… Hamd etmek ise vacipleri… Dünyadaki hiçbir kare oyuncak bebeğine mama yedirmeye çabasıyla minik bir kız çocuğunun sergilediği gayretini, ihtimamını, şefkatini, saflığını, masumluğunu gösterip, duygularını yansıtmaya yetemez herhalde… Ve dünya, hayat, yaşamak, sevmek, sevilmek, mutlu olup, mutlu etmek küçük bir yavrucağın gözlerinden gördüğü kadar şefkati ve masumiyeti yüklenip omuzlanamaz sanırım böylesine… Ve hiçbir lokma minik bir yavrucağın yüreğinden kopup gelerek yaptığı ikramlarından daha lezzetli gelemez hiçbir damağa… Ve hiçbir tatlı söz uçsuz bucaksız sevgi dolu tertemiz bir yüreğin terennümleri kadar berrak ve akıcı bir ritimle damlamaz muhabbet ettiği muhatap yüreğe…
Anneciğinin yanağına kondurduğu öpücükler şimdilik hitama erince, başladılar bu kez mutluluğu önlerindeki kâğıda resmetmeye… Her bir rengin, her bir tonunu, her bir kalem darbesine itinâyla, usulca neredeyse itidallice aksettirdiler kâğıda… Resimden pek anlamasa da, anneciğinin gücü ancak boyamaya, ancak ufak eklemeler yapmaya yetse de, hiçbir sorumluluğu başkasına yüklemeye kalkmadan, hiçbir işi başkasına devretmeden önce, hele de yeryüzünde sahip olduğu en kıymetli varlığı yavrusunu başkalarına emanet etmeden, önemli olan minicik kızıyla birlikte vakit geçirmek, bir şeyler paylaşmak, o masumun hayat boyu üzerinde taşıyacağı güzel izler bırakmak değil miydi zaten? Önemli olan mutluluğun resmiydi, gaflete dalmadan. Kıymetli olan insan olabilmenin, insan kalabilmenin, insanca yaşamanın pahasıydı. İşlenmemiş bir hamur misali yavrusuna en güzel şekli vermek annenin ellerindeydi, o annenin yüreğinden ise alevler yükseliyordu göğe dualarla… Evladı adına dizilmiş ardı ardına…
“Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fani dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.”