Giriş
Allah’ın dilediğine hidayet verdiği, O dilemezse kimse hidayete erişemeyeceği şeklinde bir genelleme yapılması yanlış olsa gerektir. Böyle bir yaklaşım doğrudan kulun İlâhî emirler karşısında iradesinin selb edilmiş olmasına sonuçta da Allah’ın (c.c) mutlak adaletinin sorgulanmasına neden olacaktır. Bu hususta delil olarak ileri sürülen ayetlere göz atacak olursak maalesef yüzeysel bir okuma neticesinde yanlış yorumlandığı anlaşılacaktır. Konuya girmeden önce hidayet kelimesini ardından da kaderin ne anlama geldiği hususu açıklanmalı kanaatindeyim.
Hidayet ve kader lafızlarının anlamları
Hidayet kısaca, doğru yolu gösterme, Allah’ın razı olduğu yolda olma anlamlarına gelir. Yoldan sapmak, yanlış yola girmek anlamlarına gelen dalaletin zıddıdır. Kelimenin kökü olan ‘Hüdâ’ lafzının hem geçişsiz, hem de geçişli olabilen çok özel bir yapısı vardır. Bu hususiyete özellikle dikkat edilmesini rica ediyorum.
Yani geçişli cihetiyle hidayet talep edip o yolda istikamet içinde olmak kulun görevidir. Ancak bu hidayetin devamlılığı ve istikrarı için yetmemektedir; mümin kulluğun gereği hidayette devamlılık da olmak üzere hep Cenâb-ı Hakka muhtaçtır. Diğer bir tabirle kelimenin geçişsiz olması cihetiyle hidayetin nasip olması veya devamı Cenâb-ı Hakkın fazlıyla mümkün olacaktır. Binaenaleyh mümin kulluk vazifesinin gereğini yerine getirdikten sonra üzerine düşen günaha düşmemek ve ibadete devam etmek konusunda elinde hakiki havl ve kuvvetin olmadığını düşünerek kendi konumuna güvenmeme, mükesser bir kalple yalvar yakar devamlı Allah’tan hidayet üzere istikamet talep etmek olmalıdır. Bir hadiste peygamberimiz şöyle buyurmaktadır: “Kul cüz’î iradesini hidayet yolunda sarf ederse, Allah (cc) onun için hidayeti yaratır. Dalalet ve küfür yolunda sarf edenler için de dalaleti yaratır. Ayrıca kuluna seçtiği yolda gitmesi için imkân verir. O yolu kendisine kolaylaştırır.”
Bu sebepten olsa gerek başta sahabe-i kiram olmak üzere hayatları akan sular gibi dupduru, sedefler gibi pırıl pırıl olmasına rağmen selef-i salihin Allah’a karşı havf ve recâ dengeli yaşamışlar, bir an bile olsun amellerine bel bağlamamışlardır.
“Kader” kelimesine gelince, bu kelime güç yetirme, bir şeye muktedir olma anlamlarına gelir. Terim mânâsıyla kader, Allah’ın ezelden ebede kadar olmuş ve olacak her şeyi, zaman ve mekânı cihetiyle ezeli ilmiyle bilip, ona göre, takdir etmesidir.
Malumdur ki, bir yaratıcı yaratmış olduğu varlık âlemini; minisinden makrosuna bütün incelikleri ile tasarrufu altına alması gerekir ki; tasarrufu devam etsin, o âlemin, gözümüzün görmediği, aklımızın almadığı bütün ihtiyaçlarını karşılasın.
İşte, “Güç getirme, her şeyi tasarrufu ile hâkimiyeti altına alma” ile kast olunan budur. Burada işler Allah’ın “Kadir” isminin tecellisi ile hüküm sürer. Ve Allah olmanın tabir caizse lüzumu da bu olsa gerektir. Dolayısıyla Cenab-ı Hakkın “kaderimizi yazmış olma” kavramı bu açıdan mecâzi bir kavramdır.
Allah’ın kaderimizi biliyor olmasının hakikati
Görüldüğü üzere burada “Kadir“ ismi ile birlikte ve ondan önce “Alîm“ isminin tecellisi daha baskın olarak tezahür eder. Yani Cenab-ı Hak “Alîm“ ismi gereği yarattığı mahlûkatının, geçmiş, hazır ve geleceği adına her şeyine vâkıftır. Vâkıf olma, bilme Cenabı Hakkın “Alîm“ ismi gereğidir. İşte bu noktada iltibaslar ve yanılgılar başlamaktadır.
Allah’ın gelecek de dâhil her şeyi biliyor olması kaderimizi oluştururken o fiilin işlenmesi için mücbir bir tetikleyici değildir. Yani bu durum onları yaşamaya zorlamıyor.
Kul işlediği işi kendi cüzi iradesini kullanma suretiyle tercihen eyleme sokar. Allah da “Kadir“ isminin tecellisi ve külli iradesiyle kulunun seçmiş olduğu iradeyi yaratır.
Beled suresi 10. ayette Cenab-ı Hak meâlen “Ona iki göz, bir dil, iki dudak verdik. Ona iki apaçık yolu (hidayet ve şer yollarını) gösterdik“ buyurmaktadır. İşte buradaki ince husus, Cenab-ı Hakkın, kulun o işi yapacağını sonsuz ilmi ile önceden biliyor olmasıdır. Dolayısıyla o kulun “Allah benim yaptıklarımı kaderimde yazmışsa o halde ben neden sorumlu olayım“ diye bir soru sorması aklen, vicdanen doğru olamaz.
Bunu bir örnekle izah edecek olursak; maraton yarışı yapan atletler tasavvur edelim. Bunlar yarışın çıkış noktasında müsabakayı kimin kazanacağını haliyle bilmemektedir. Ancak orada bulunan bir hakem doğaüstü gücü ile yarış başlar başlamaz atletlerin önünden varış noktasına ulaşmış ve hangi atletin birinci geleceğini bilmiş olsun. Hakemin bu bilgisi kendi doğaüstü gücü ile tahakkuk ederken, atletlerin yarışına bir etkisi söz konusu değildir.
Ayrıca unutulmaması gereken bir diğer husus da Cenab-ı Hakkın “Adl“ ismi ile varlık âleminde adaletle hükmetmekte olduğu hakikatidir. Adaleti sonsuz olan, yarattığı hiçbir varlığı diğerinden üstün tutmaz. Hakkını çiğnemez. Kim kendi iradesiyle neyi hak etmiş ise onun karşılığını verir. Kul ahireti adına ne işlerse kendi iradesi ile seçmiş, kendi hak ettiği ve edeceği karşılığı almıştır. Son olarak önemli bir diğer husus da Kur’ân ayetlerinde hidayetin mutlak olarak Allah’a ait bir eylem olduğu anlayışı ayetlerde geçen hidayet fiilinin yorum hatasından kaynaklandığı kanaatindeyiz.
Allah (c.c) hidayet eder/verir şeklinde tercümesi yapılan ayetler farklı nüanslarıyla birlikte genel olarak (Allahu yehdî men yeşâ) cümlesinde ‘yeşâ’ dilerse fiilinin failini doğrudan Allah’a irca edilen bir yaklaşımla yanlış yorumlanmaktadır. Oysa ‘yeşâ’ dilerse fiilinin gizli öznesi kulun kendisidir. Yani bu tür ayetlerin sahih yorumu “Kim hidayete ermeyi kendi irade ve isteğiyle murad ederse” şeklinde olup, neticesinde de böylesi bir niyete girip kulluğun gereğini eda eden kimseyi de Allah (c.c) hidayete erdirir şeklindedir.
Zeynep Akbudak/ Iğdır Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir Ana Bilim Dalı, Araştırma Görevlisi
Aydınlatıcı oldu paylaşımınız için teşekkürler
Allah razı olsun güzel bir çalışma olmuş Akıllarda yer eden önemli bir soruya cevap mahiyetinde anlamlı bir yazı olmuş. Tebrik ederim