Bir küçük kız. Şirin mi şirin. Çok güzel bir bebeği var. Küçük küçük çay takımları, tabak takımları, bebeğinin yorganı, yatağı, daha başka bir sürü oyuncakları var. Kendi âlemine dalmış oyun oynuyor. Bebeğiyle konuşuyor, ona çay yapıyor, yemek yapıyor, küçücük oyuncak kaşıklarıyla yemek yedirmeye çalışıyor. Onun naz ettiğini düşünerek, ikna etmeye çalışıyor. Kendi âlemine dalmış ve çok mutlu görünüyor.
Onun da hayalleri var. Kendi dünyasını şekillendiren renkli, ferah, mutlu sebepleri var. Bir kere çok güzel bir odası var. Her şeyi ile tamam, hiçbir eksiği yok. Burada özel bir âlem kurmuş kendisine. Bazen de bir arkadaşını çağırıyor, beraber oynuyorlar. Renkli, çok güzel resimlerle bezenmiş kitapları var. Ne var ki, bütün bu bolluğa, güzelliğe rağmen içinde anlayamadığı ve doyurulmamış bir eksikliği hissediyor. Küçük olduğu için, bunun ne olduğunu anlayamadan yine oyunlarına dalıyor. Oyun, onun için her şey, onun dünyasını oyunları şenlendiriyor.
Bebeğini uyutmak için ninni söylüyor şu anda. Annesinin onu uyutmak için söylediği ninniyi. Hafızasında tümüyle yer tutmuş. Onu söylediğinde bebeğinin huzura kavuşacağını ve mutlaka uyuyacağını düşünüyor. Zira kendisi de bu ninniye dayanamayıp uykuya teslim oluyordu. Uyku, yeni bir dünyaya, yeni bir mutluluğa uyanmak için bir bebeğin en lüzumlu gıdası!
Birden, anne ve babasının odasından şiddetli sesler duydu. Müthiş bir kavgaya girişmişlerdi ve sesleri gittikçe yükseliyordu. Bu gürültüde bebeğinin uyumasına imkan yoktu. Bir duvarın yavaş yavaş yıkılıp gitmesi gibi, içinde bir şeyler kırılıp dökülmeye başladı akabinde. Umutla ve sıkıca sarıldığı huzurlu mutluluğu, o kırılıp dökülen yıkıntıların altında kalıp, yetim bir çocuk gibi, derin bir yalnızlık hissetti birden. Onu seven kişilerin sevgi kucağına koşabilecek miydi acaba, bundan sonra?
Elleri gevşedi ve uyutmaya çalıştığı bebeği yere düştü. Onu yerden kaldırmak için takati yoktu. Zira o da yere düşmüş bir bebekti artık. Onu ne zaman akıl edip yerden kaldıracaklardı acaba? Yere düşüp, feci bir şekilde yaralandığından haberleri olacak mıydı? Yoksa onu tamamen unutup, bu yıkıntıların içinde, mutsuzluğun en derin girdaplarında unutacaklar mıydı?
Elinden hiç bir şey gelmiyordu. Onlara ne diyebilir, halinden nasıl haberdar edebilirdi ki? Kimseyi duymak niyetinde değilmiş gibi görünüyorlardı.Gözleri yaş doldu ve birden ağlamaya başladı. Ağladığını duysunlar istemiyordu. Zira onlara çok kırılmıştı. Bu kavganın sebebinin kendisi olduğunu düşündü bir an. İyi de, o, onlara ne yapmıştı ki? Çok uslu, sessiz bir çocuktu o. Onları üzmemek için elinden geleni yapıyordu.Ne kadar zaman ağladığını bilmiyordu. Oturduğu yerde donmuş bir vaziyette kalakalmıştı.
Neden sonra sesler kesildi ama onun gözyaşları kesilmedi. Birazdan annesinin odaya sessizce girdiğini hissetti. Onun yanına yaklaştı, kucakladı ve şiddetlice sıktı. Bu onun kırgınlığını almaya yetmemişti. Gözyaşları akmaya devam ediyordu. Annesi yanındaydı ama sanki annesiz kalmış gibiydi. Onun dünyaları bütünüyle yıkılana kadar neden beklemişti? Nerede kalmıştı? Anne her ihtiyaç duyduğunda yanında olan varlık değil miydi? Neden? Neden? diye yinelenen bir sorular yumağı vardı ki içinde, asla cevap bulacağa benzemiyordu. Bu büyükler en evvel bebeklerini hatırlaması gerekirken, onları en arkaya bırakıyorlardı.
“Siz beni sevmiyorsunuz!” dedi içini çekerek. “Beni sevseydiniz, ben bu kadar üzülüyorken yalnız bırakmazdınız. Ben size koşup, sarılmak isterken, siz kavga ediyordunuz. Ben sizin aranıza nasıl girebilirim ki? Belki de benim yüzümden kavga ediyordunuz” “Hiç öyle şey olur mu bebeğim. Sen bizim bir tanemizsin. Evimizin neşesisin.”
“Bir tanenizsem neden beni hiç düşünmüyorsunuz? Ben burada yapayalnızım, kimsesizim. Siz beni unuttunuz. Neden kavga ediyorsunuz?”
“Seninle ilgili değil bir tanem. Bazen büyüklerin arasında problemler olabiliyor işte.”
“Mutsuzsanız ben size yardım edebilirim belki.”
“Canım benim, senin anlayacağın meseleler değil bunlar.”
“O zaman neden anlayana sormuyorsunuz? Ben sizin üzülmenizi istemiyorum.”
“Bu çocuk da amma akıllı ha!” diye düşündü annesi. Onun üzüntüsüyle dağlanmış olarak odadan çıktı. Babasına gidip çocuğun durumunu ve derin bir üzüntü geçirmekte olduğunu anlattı. Babası da yavrusu için, her şeyini feda edecek kadar, onu çok seviyordu. Hemen onun odasına koşturdu, kucakladı minik kızını. Bunun üzerine kız daha çok ağlamaya başladı ve dedi ki;
“Siz kavga ettiğiniz zaman ben çok üzülüyorum. Kendimi, anne babasız hissediyorum. yapayalnız hissediyorum. Beni sevmediğinizi düşünüyorum. Benim için hazırladığınız bu odayı da sevmiyorum. Oyuncaklarımı da sevmiyorum. Bebeğimi seviyorum ama onu da nasıl seveceğimi bilmiyorum.” Sonra sordu,”Siz sevmeyi biliyor musunuz?”
Şaşırdı anne, baba. Sevmeyi bilmek? Bu nasıl soru böyle? Şok olmuşlardı. Bir yandan düşünürken, önce annesi sonra babası kucakladı, küçük kızı. “Olmadıııı” dedi küçük kız. İkiniz birlikte kucaklamalısınız. Ben sizin bir ve beraber olduğunuzu ve benim de aranızda güvende olduğumu hissetmek istiyorum. Ben sizin kavganızı dinlerken, oyuncak bebeğim üzüntüyle elimden düştü ve onu ne yapacağımı bilemedim. Siz de beni yere atmak mı istiyorsunuz? Sonra ben nasıl kalkarım yerden?”
“Biz seni nasıl yere atarız yavrum?” dedi, anne baba birlikte. “Ama attınız!” dedi küçük kız.
“Olur mu yavrum. Biz bir tanemizi yere atar mıyız hiç? Seni yalnız bırakır mıyız?”
“O zaman bir daha kavga etmek yok tamam mı?”
“Tamam canım. Tamam yavrum.”
“Size güvenebilir miyim?
“ Elbette…”
Küçük kız kuşku ile baktı onlara. Güven vermek için tekrar tekrar kucakladılar. Nihayet tatmin olmuş ki, yerden bebeğini aldı ve kucakladı. “Seni asla yere atmayacağım. Seni üzmeyeceğim.” diye güvence verdi, ona. “Şimdi çıkabilirsiniz…” dedi anne babasına. “Bebeğimi uyutacağım. Çok üzüldü. Uykusuz kaldı da. Şimdi onun bana çok ihtiyacı var.” Sessizce çıktı ana baba. Çok büyük bir ders almışlardı ve bu dersi veren de minik kızlarıydı. Bu akıllı minik kızları ile ne kadar iftihar etseler azdı…