Kur’ân’ın dört ana konusundan biri adalet olduğu gibi, Risale-i Nur’un da dörtte biri adalet üzerinedir. Esasında, Risale-i Nur’da birçok meselede dolaylı olarak adalet bağlantısını görürüz. Bediüzzaman’ın tarihçe-i hayatı da, baştan sona bizim için en güzel adalet örnekleriyle doludur. Öncelikle tahkîkî imanı kazandıran Risale-i Nur, tahkîkî imanı kazanan bir insanın nasıl hassas mizan ve ölçülerle, kimseye haksızlık etmeden, kırmadan, dökmeden, incitmeden yaşayabileceğinin de derslerini verir. İnsan ahlâkını her konuda olduğu gibi, hak-hukuk konusunda da şekillendirir.
Bediüzzaman Hazretleri’nin daha çocukluğundan beri haksızlığa tahammül etmemiştir. Bir gün arkadaşları ile ceviz topladıklarında, bir oyunu kazanması neticesinde tüm cevizleri almaya hak kazandığı halde, “Arkadaşlar, siz dersteyken ben bir miktar toplamıştım. Sizlere haksızlık olmasın. Bu cevizler hepimizin.” diyerek, tüm cevizleri eşit şekilde paylaştırmıştır. Her canlının hakkını, hukukunu muhafaza etmeye çalıştığını da görürüz. Yine bir gün, kelebeklerin lambanın etrafına gelerek ışığa yaklaşmak isterken can vermeleri, onun çocuk ruhunu çok üzer. Buna dayanamaz ve babasından lambanın etrafına bir kafes yapmasını rica eder. Böylece onların ateşe yaklaşarak ölmelerini engellemiş olur. Yine çocukluğunda arkadaşlarıyla aralarında geçen hadiselerde, tartışmalarda hak ve hukuku gözetmesi bizlere de, nasıl çocuk yetiştirmemiz gerektiği konusunda ip uçları veriyor. Bunun için öncelikle anne babanın her konuda âdil davranarak hâl lisanı ile çocuğa örnek olması gerekiyor. Tıpkı Bediüzzaman’ın babası Mirzâ Efendi’nin, başkasının arazisinden geçerken, onların mahsulünü yemesinler diye hayvanlarının ağzını bağlaması gibi.
Sonraki yıllarda ise karıncaları aralarındakı yardımlaşma ve dayanışmadan dolayı onlarla yemeğini paylaşarak ödüllendirmiştir. Karınca bile olsa adaletle, birbirinin hakkını gasp etmeden, birbirine yardım ederek iş görenleri desteklediğini görüyoruz.
Bediüzzaman’ın tüm hayatı iman kurtarmak ve hakkı, hukuku korumak, savunmakla geçmiş, bu uğurda çileli bir hayatı göze almıştır. Mahkemedeki savunmaları, hâkimlere ve mahkeme heyetine bir savunma değil, tam bir adalet dersidir. Hapishanelerde ise, mahkûmlara verdiği dersler, kısa zamanda en azılı katilleri bile, bir küçük böceği öldüremeyecek kadar hassas ve hakperest hâle getirmiştir.
Kendisine zulmedenlere, işkence edenlere düşmanlık ve kin beslememiştir. Onun, düşmanlık beslemekteki ölçüsü ve dersi, içimizdeki düşmanlık duygusuna karşı düşmanlık beslemektir. Adalet konusuna öyle hassas mizanlar getirmiş ki, bunu tâ insanın kalbinden geçen hislere indirgemiştir. Mesela talebeleri arasında bir yemeği paylaştırırken, numaralandırıp kura çektirmesindeki hassasiyeti gibi. Böylece, kardeşler arasında “Onun tabağına daha çok ve ya daha güzel denk geldi” gibi adaleti ve kardeşlik duygularını kıran, olumsuz bir his gelmesine mâni olmuştur.
Kavurmalarını yiyen köpeğin arkasından çok kızan talebelerine: “Elinizi vicdanınıza koyun, aç kalsanız, hiçbir şey almaya gücünüz yetmese, bir yemek bulsanız yemez misiniz? O hayvandır, düşünemez. Daha fazla hayvanın gıybetini yapmayın, helal edin.” der. Bir hayvan bile olsa, hakkını savunur, arkasından konuşturmaz.
Beddua etmek hiç âdeti olmadığı halde, ona çeşitli iftira ve tuzaklarla çok çektiren bir başsavcıya tam beddua edecekken onun küçük kız çocuğu olduğunu görüp, o masumun hakkı için bedduadan vazgeçmesi hadisesini düşünelim. Bunlar ne kadar hassas, şefkatli, hakikatli, adaletli ölçüler. Bugün yüzlerce çocuk ve bebeğin hakkını hiçe sayıp cezaevlerine atanların hisse alması gereken hukuk dersleri bunlar.
Şu anki sistemin bu derece adil bir seviyeye çıkabilmesi çok zor diye düşüneceksiniz belki. Evet, zordur. Hep zordu. Bediüzzaman Said Nursi yaşarken de zordu. Ama hakikatleri hem yaşadı, hem yazdı. Başkalarına bakıp da “Böyle gelmiş, böyle gider. Ben mi değiştireceği düzeni?” demedi. Ümitsizliğe kapılmadı. Haksızlığın karşısında susmadı.
Biz de diyemeyiz ki: “Kanunları, düzeni değiştiremem, o halde ben de düzene uyayım, ses çıkarmayım, bana bir şey olmasın.” Bu çok merhametsiz, bencilce, haksızca bir düşünce olurdu. Böyle düşünenler her şeyini peşinen kaybetmiş demektir. Hem hak ve hukukunu, hürriyetini, hem vicdan, merhamet gibi duygularını.
Gelin biz başkalarına bakıp ona göre davranmayalım. Tek başımıza da olsak; ailede, sosyal hayatta, her zaman her yerde tam ve hakîki adalet olan “adalet-i mahzâ”ya göre yaşayalım. Sistemlere ve düzene söz geçiremeyiz belki ama, bu adalet derslerini hayatımıza geçirerek bir çok şeyi değiştirebiliriz.