Başta bir çizgi misaliydi her şey. Tek başına da olsa dimdik ve ayaktaydı. Güç, kudret, kuvvet… Hepsi ondaydı kendince. Neye elini uzatsa onun, neyi istese onundu. Varlığa bürünmekle, varlıkta gezinmekle, varlıklar içinde yüzmekle güçsüzlüğünü çoktan unutmuş gibiydi. –Sanmak-la gitgide belirginleşip kalınlaştı o incecik çizgi/ler. Kalınlaştıkça da, artık bükülmez olmuştu eneler ve sonunda söz dinlemez olmuştu nefisler. Kendisine yüklemişti varlığının tüm anlamlarını. Varlığında, varlığının devamında, varlığının bekasında bir nokta bile muzlim kalmamışken tüm kâinatta, hür ve serbestti (?) Sahibine boyun eğmeye tahammülsüzleşmiş gibiydi sanki.
Her varlıktaki emre itaat, insan denen mahlûkta her daim yoktu şüphesiz. Ne kadar da asi, ne kadar da nankör olmalı ki, sırf ete kemiğe bürünmeyi, her yokluğun sonu mu sanmıştı? Her şeyi öylesine sahiplenmişti ki, asıl sahibinden gaflete düşmüştü.
“Ne idi ki vazifem, ‘sıfır’ bile değilken beni hiçlikten azat ettin? Ne idi ki varlığım? Ne idi ki bilemediğim kıymetim? Ve kıymet bilmediğim şimdilerdeki bu isyancı, bu şükürsüz halim niyeydi? Neydi dayandığım? Ne sanıyordum ki kendimi, böylece bir gafletin içinde yuvarlanmaktayım? Niçin yarattın beni? Var olduğumu sandıkça, oysa yokluklarda kıvranan benden başkası değil!”
Gün çizgisi ağarmaya meyilliyken, gün gibi ağaracaktı yüreklere çöken gece karanlığı misali mevhum hisler. Sırf açlığı, susuzluğu yaşamak değildi ki bu! Azalar bir bir itaat edecek asıl sahibine. Doymayı bilmeyen nefse, ardı arkası gelmeyen bahanelere, bitmeyen egolara, susmayan vesveselere, sabırsızlığa, tahammülsüzlüğe… Secdede huzuru özleyen alına, gurbette dostunu arayan gönle… Dünya zindanında sıkışıp kalmış kalbe… Sis deryasına dönmüş manevi havanın kirine-isine-pusuna… Kaybolmaktan, halden hale düşmekten artık kaybolmuş kalbe… Dünya meşgaleleriyle bunalan, dünyevileşmekten korkan, nurlardan, feyizlerden, manevi sürurlardan nasiplenmek isteyen mümin kullara… Artık bir inşirah, bir nebze olsun bir nefes…
O’nun (cc) Rububiyetine, yeryüzünü bir nimet sofrası edip dizişine, şefkat ve merhametin tezahürüne… Sayısız nimetlerin gecikmiş şükürlerine… Gaflet perdeleri aralanacak ışık huzmeleriyle! Emri dinleyip, emri bekleyecek. Hakiki vazifesi olan şükre bir adım daha atacak bu anahtar ile. Hemcinsine şefkat etmeyi başka insanlara değil, hakiki insanlığa, insanlığına verecek!
“Kendisi mâlik değil memlük, hür değil abddir”* terbiyesiyle, kendini unutmaktan uyanacak sonunda. Üzerinde ne kusur, ne sonsuz muhtaçlık, ne de olabildiğince güçsüzlük yokmuş gibi sandığı-davrandığı-unuttuğu- ertelediği gafletle örülü mahiyetini; günahlarla lekelediği kulluğunu, vurdumduymazlıklarla yaraladığı insanlığını, görecek. Kıvranan vicdanına, inleyen kalbine, eksiyi artıyı ayırt edebilen aklına, dimağına harap olmuş ruhuna manevi iklimlerden pencereler açacak. Gözler namahreme bakarken utanacak, diller yalandan, gıybetten nefret edecek. Hiçbir kalbi kırmamak için üstün gayretlere girişecek. Ahlâk-ı seyyieden uhrevi hayatını temizleyecek.
O dünya durağındaki münbit zeminde, bire bin veren ticarete iştirak edecek iştiyakla. Bahardaki nisan yağmurları ile yıkanacak ruhu, yeşerecek ebedi bahçeleri, Kur’ân tilavetiyle, Kur’ân işitmekle…
Maddi-manevi bu perhiz en mühim bir ilaç gibi gelecek. Zira mevhum rububiyetini kırmak, acizliğini göstermek nefse iyi gelecek şüphesiz. Haddini aşarak, işlemeye cüret ettiği suçlardan, kulluğunu takınarak tövbeye sarılarak beraat edecek. Melek misali günahlarından temizlenecek, melek misali yemek-içmeyi terk etmekle.
Zira gayret tüm azalarla külli idi, irade ise cüz’i. Emanetlerin tümü ise O’nun (cc). Ne demiştin en başta, o ince çizginin sahibi nefis? “Sen benim Rabb-i Rahim’imsin, ben senin âciz bir abdinim.”*
*Risale-i Nur Külliyatı, Ramazan Risalesi