Yeni Asya dergiler grubunda çalışmaya başladığım iki bin dokuz yılında, Meryem Tortuk ablayı da daha yakından tanımıştım. Hastalığını bilirdim, ama “kanser” teşhisinden sonra aradan yıllar geçince, bu hastalığı yendiğini ya da yeneceğini düşünürdüm. O da bize öyle hissettirirdi. Güne neşe içinde başlardı. Cıvıl cıvıl bir sesi vardı. Çoğu zaman gülerdi ya da gülümserdi. Hastalığından hiç şikayet etmezdi ve hep “iyi olacağım inşallah” derdi. Beslenmede doğal gıdaları tercih ederdi. Bazen Hatay’dan getirdiği yiyeceklerden oluşan küçük bir kahvaltı masası hazırlardı iş yerinde bize. Çalışan diğer arkadaşları da çağırırdı. Hatay’ın dağ kekiğinden zahter salatası, içinde ceviz parçaları olan pekmez, zeytin, peynir… İkramda bulunmayı çok severdi. Aslında onun en büyük ikramı da güler yüzü ve samimiyeti idi. Çok şefkatliydi. Kimseye kıyamazdı. Herkese karşı sevgi ve iyi niyet beslerdi.
Rahmetli annesini de aynı hastalıktan ahirete yolcu ettiğini anlatırdı. Birçok gece annesini rüyasında gördüğünü söylerdi. “Anneciğimi hep yanımda hissediyorum” derdi. Masasında daima Kur’ân-ı Kerim’i bulunurdu. Açıp okuduğunda ferahladığını söylerdi.
Onun boş durduğu an yoktu. Hep hayâlleri, idealleri vardı. Mesleğinin ve yazılarının dışında; bir üniversite daha okur, hem KPSS’ye, TOFFLE’a, ALES’e çalışırdı. Yüksek Lisans ideali vardı. Yayın Kurulu toplantılarımızda aktif rol oynardı. Çok defa konular, onun fikirleri etrafında şekillenirdi. O konuşurken hayranlıkla dinlerdim. Meseleleri derinlemesine tahlil eden bir bilge gibi konuşurdu.
Birkaç kez evimizde misafirimiz oldu. Bir daha da yüz yüze görüşmek nasip olmadı. Telefonda görüşürdük zaman zaman. Bir ara Hatay’a yerleştiğini söylemişti. Kimseye yük olmak istemezdi. Bir gün sevinçle artık kendi evini aldığını söylemişti. Bana memleketinin manzaralarını anlatırdı. Onun hayâlleri ve yapacakları bitmiyordu. En son KPSS’yi kazanıp memur olarak tekrar İstanbul’a dönmüştü.
Bir gün aramızdan ayrılacağını hiç düşünmezdim. O kadar pozitifti ki, iyileşeceğini ve uzun yıllar yaşayacağını düşünürdüm. Ancak, bundan iki yıl önce yine bir Mayıs ayında onun vefat haberini aldık. Onunla hiç vedalaşma ya da helalleşme konuşmamız olmadı. Hem bunun için hem de, onu dünya gözüyle bir kez daha göremediğim için çok üzüldüm. En tuhafı da, ben onu hâlâ yaşıyor gibi düşünüyorum. Yine memleketinde ya da uzakta bir yerde gibi. Öyle ki, telefon rehberimden numarasını hiç silmedim. Silemedim. Onu çok özlediğim zamanlar aradım. “Aradığınız kişiye ulaşılamıyor” sesini duysam da, onun, benim onu aradığımı biliyor olacağını düşünerek aradım. Hayâlimde sohbet ettim.
Onun hakkında yazmak bana çok zor ve ağır geldiği için, istesem de yazamamıştım bugüne kadar. Nasip bugüneymiş. Biz onu göremesek de, onun bizi gördüğünü, hatta bu yazdıklarımı da okuduğunu hissediyorum. Artık hastalıklı bedeninden kurtulup, ölümün olmadığı serbest, özgür bir hayata kavuştu. Allah ona cennet manzaraları seyrettirsin, cenneti ile müjdelesin. Vefatının ikinci sene-i devriyesinde onu rahmetle ve dualarla anıyoruz.