Evlilik sayfamız için bu ay Psikolojik Danışman Doç. Dr. Mustafa Uslu ile bir röportaj gerçekleştirdik. Evlilikte sorumluluk ve yetki dengesi, gençlerin evliliğe bakış açısı gibi konulara değindiğimiz bu hoş sohbetin istifadeye medar olması duasıyla…
Evlilik bir sorumluluk ve yetki dengesi. Özellikle hanımlar belki de şefkatlerinden dolayı kendi hukuklarını çoğu zaman göz ardı ederek büyük fedakârlıklar yapıyorlar. Evlilik müessesesinde kadının ve erkeğin sorumluluk dengesi ne şekilde olmalı?
Bu konu günümüz aileleri için çok önemli ve maalesef kanayan bir yara. Bundan yüz sene önce kadının, çalışma hayatında, toplum içerisinde çok fazla bulunmadığı, daha çok evinde hayatını devam ettirdiğini biliyoruz. Ama günümüzde kadınların da çalışma hayatına girmesiyle beraber, iş paylaşımının veya kadının üzerindeki sorumlulukların artmasını da biraz göz önünde bulundurmak gerekiyor. Her aile tipinde, farklı sorumlulukların ve rollerin olması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü sadece evinde çalışan, ev hanımı olarak hayatını sürdüren kadınlarımızla, hem çalışıp, hem de ev hanımlığı yapmaya çalışan, farklı rolleri olan kadınlarımız var. Benim düşüncem şu, aile içerisinde herkes rolünü üstlenebilmeli. Kadının üzerine yüklenen fazlaca sorumluluğun, hafifletilmesi gerekiyor. Çünkü ‘yuvayı dişi kuş yapar’ sözüyle beraber, kadınımıza o kadar çok rol ve sorumluluk yüklenmiş ki. Dışarıda çalıştığından dolayı, ailenin sadece ekonomik işleri, erkeğe bırakılmış. Evin çekip çevrilmesi, çocukların eğitimi, bakımı, beslenmesi, evin temizlenmesi gibi bütün işleyişin neredeyse kadının üzerine konması, bence biraz “aşırı” sorumluluk. Bu sorumluluk bundan yüz sene önce daha mantıklı gibi gelebiliyordu. Ama günümüzde, evdeki bütün sorumlulukların üzerine, dış hayatta da çalışmasının, aynı sorumlulukları devam ettirmesinin, kadınları yıprattığını düşünüyorum. Bu gereğinden fazla bir sorumluluk yüklenmesi onları yoruyor. Ben bir aile danışmanı olarak şunu görüyorum, çalışan ya da çalışmayan, ev hanımı ya da değil, bunun yükü daha ağırdır, hafiftir demek çok zor. İkisinin de kendine has sorumlulukları var. Eşinin yanında bulunan, beraber hayatı paylaşmayı plânlayan beyleri tenzih ederek söyleyeyim; erkeklerin çoğunluğu, kadının bu sorumluluğu yerine getirmesini, asli vazifesi olarak görmekte. Kadınlar da genellikle bu konudan muzdaripler ve mutsuzlar.
Aile Danışmanlığı hizmeti de veriyorsunuz. Daha çok hanımlar mı bir geliyor size?
Evet, maalesef toplumumuzda çare arayan, evliliği kurtarmaya çalışan veya danışmandan, uzmandan yardım alma arayışına giren, ağırlıklı olarak kadınlarımız. Erkekler gelmiyor demek değil tabiî ki bu. Bir örnek vermek istiyorum. Bir gün akademisyen bir beyefendi gelmişti. Eşi ev hanımıydı. Eşinin sinirliliğinden, gerginliğinden, evlilikle ilgili çektiği sıkıntılardan bahsetti, sonrasında hanımefendiyle de beraber görüştük. Son oturumda da çift olarak aldık. Görüşmelerimizde, hem kadının, hem erkeğin, yaptıklarının yeterince onaylanmadığını, müsterih olmadıklarını, yaptıklarından dolayı yeterince teşekkür göremediğini ve bundan dolayı içlerinin mutmain olmadığını gördüm. Doğal olarak eşler birbirinden onaylanmayı, takdir edilmeyi en azından fark edilmeyi bekliyorlar. Görüşmelerimiz esnasında “birbirinizle olan şikayetleriniz ve hoşunuza giden özellikler nelerdir, neyin değişmesini istersiniz?” gibi temelde sorduğumuz bazı soruları yazdırmıştım. Son oturumda çekmecemden beyefendinin eşi için yazdığı notları çıkardım ve okumasını istedim. Ayağa kalktı ve okumaya başladı, “annemin yaptığı yemeklerden bile daha güzel yemekler yapar, çok merhametlidir, uyuyakalsam beni uyandırır yatağıma yatırır, üzerimi örter.” Bu olumlu özellikleri sayarken hanımefendi içli içli ağlamaya başladı. Beyefendi eşine sarıldı, o anı çok iyi hatırlıyorum, eşinin omzundan beyefendi bana baktı ve dedi ki; “Hocam yaklaşık altı yedi aydır ilk defa birbirimize sarıldık.” Hanım da ağlayarak dedi ki; “bunların hiç birini daha önce senden duyamadım.” Orada şunu fark ettim, hem beyefendi, hem hanımefendi yaptıklarını onaylayan mesajlar vermemişler. Biz zaman zaman evliliğimizin farklı dönemlerinde, farklı sorumluluklar alabiliyoruz. Çocuğun olduğu dönemlerde, hastalandığı, kendini iyi hissetmediği dönemlerde hanımefendiye destek gerekebilir. Beyefendinin iş yerindeki işleri ağırlaştığında, evdeki sorumluluğu biraz daha hafifletilebilir. Bizler karşı tarafa destek vermekten daha öte, onun yaptığını görmemiz ve teşekkür duygusuyla bunu hissettirmemiz gerekiyor. Benim en çok verdiğim tavsiyelerin başında bu var. Eşler birbirinin yaptığını görmeli ve teşekkür duygusuyla bunu hissettirmeli. Tabi ki bunu yanı sırada elinden gelen desteği de esirgememesi gerekiyor. Çünkü burada cinsiyet önemli değil. Hayatı paylaşıyorsak eğer, bir ev veya bir çocuk varsa beraber sorumluluk almak gerekir. Kendi analarımız, nenelerimizle kıyaslamaktan, karşıdakini hizmetçi, köle gibi görmekten, erkeksin yapacaksın tabiî ki demekten, kadınsın bunlar senin sorumluluğun demekten öte, onu bir insan olarak görüp, beraberce sorumluluğu almaları gerekiyor.
İki nesli birden tedavi ediyorsunuz aslında. Çünkü çocuklar böyle bir ortamda büyüdüklerinde, ileride yetişkin olduklarında, kendi ailelerinde aynı problemleri tekrarlamaları muhtemel. Bu açıdan önemli bir iş yapıyorsunuz..
İki tip aile düşünün. Birinci tip, klasik aile dediğimiz, toplumda en sık gördüğümüz tiptir. Bir akşam yemeği hayal edelim. Anne, baba, iki de çocuk olsun. Sofraya oturacaklar, çocuklar ekranın başında. Çocuğu çağırıyorlar, yemek yiyeceğiz diye. Çocuk birazdan geliyor, aile yemeğini yemiş, anne-baba öfkeli. ‘Çağırdık zamanında gelseydin’ diyor. İkinci tip ailede, anne baba sofraya oturmuş, çocuğunu çağırıyor. İki, üç dakika sonra çocuk geliyor, bakıyor ki; ne baba, ne anne yemeğe başlamış. Sakinler, gerginlik, öfke yok. Çocuk sofraya oturunca, diyorlar ki; ‘seni bekliyoruz, sofraya geç kalman doğru değil.’ Çocuk özür diliyor. Şimdi ben aynı zamanda bir eğitimci olarak, sınıfta bu iki çocuğu ayırt edebilir miyim? Acaba siz bu iki çocuğu büyüdüğünde, trafikte ayırt edebilir misiniz? Ya da bu iki çocuktan hangisinin eşiniz olmasını tercih ederiz? Acaba sizi hangisi daha çok mutlu eder?
Aile, hayat hakkında, insanlar hakkında ilk fikirlerimizi edindiğimiz, şemalarımızı oluşturduğumuz en küçük mecradır. Anne, baba rol modelimizi oradan alıyoruz. Hocası olduğum üniversitedeki gençlere diyorum ki; belki biz birinci tip ailede büyümüş olabiliriz. Ama şansımız şu; çocuklarımızı ikinci tip ailede büyütebiliriz. Belki annemiz, babamız bizim kadar okumamıştı, farkındalığı yoktu. Ama bizler şu an o farkındalığa sahip olursak, çocuklarımızı daha güzel bir ailede yetiştirebiliriz. Onlara daha güzel model olabiliriz. Onlara bu avantajı sağlayabiliriz. Psikoanalitik bakış açısında 0-7 yaşın, insan kişiliğinde, kimliğinde, geleceğinde nasıl biri olacağıyla ilgili olağanüstü vurgu yaparlar. Bilirsiniz, “yedisinde neyse yetmişinde odur” diye atasözü var. 0-7 yaş arası aile yaşantıları, çoğu zaman, gelecekteki bir problemi nasıl çözeceğimizi, eşimize nasıl davranacağımızı, insanlarla iletişimi nasıl kuracağımızı, bize bir fikir olarak veriyor. O yüzden iyi bir aile olmak, orada yetişmiş olmak çok önemli. Tabi ki hayat tecrübelerimiz, aldığımız eğitim bizi başka bir boyuta taşıyabilir, değiştirebilir. Ama değişim zordur. Ancak köklü ve zorlayıcı yaşam deneyimleri, travmalar bizi değiştirir. Yoksa kolay kolay insanoğlu ben değişeyim demiyor maalesef.
Üniversite gençliğinin nabzını tutuyorsunuz diyebiliriz. Gençlerin evliliğe bakışı nasıl?
Maalesef, korkuyorlar. İnsanlar, mutluluklarını, eşinin kendisine yaptığı güzellikleri paylaşmaktan ziyade, mutsuzluklarından daha çok yakınıyorlar. Çevresinde boşanmış, kavga etmiş, eşinden yakınan eşler gördükçe, sanki evlenirse mutlu olamayacakmış gibi düşünüyorlar. Evlilik için maddî refahın öneminin farkındalar ve gençlerde şuan büyük bir işsizlik problemi var. İyi bir iş bulup, maddî refahı sağlayıp, daha fazla mutlu olabileceklerine inandıkları için, evliliği geciktirmeye çalışıyorlar. Gençlerde “Bir yuvam olsun, evlenirsek mutlu olacağız ya da evleneyim daha fazla mutlu olayım” fikri maalesef zayıflamış durumda.
Nikah yolunu kapatıp, fuhşiyat yolunu açan bir medeniyet felsefesiyle gençler evlilikten çekiniyorlar. Bu noktada büyüklere düşen vazife nedir?
‘Çocuk evlilikler’ kanunen ve toplum nazarında kabul görmeyen bir durum. Ama Anadolu’da bir genç kız evlenme çağına gelince, biran önce baş göz edilmek istenir. Dedelerimiz, nenelerimiz 16-17 yaşında evlendiğinde, ilk defa gördüğü, ilk heyecanı hissettiği kocasıyla beraber hayat yoluna çıkmışlar. Sorumluluk paylaşmışlar. Başka bir düşüncesi olmadan heyecanla, beraber evlilik kurumuna girip sürdürmüşler. Ama günümüzde bir gencin evlenmesi için önce üniversiteyi bitirmesi ve bir işe atanması gerekiyor. Bu insan doğasını zorlayıcı bir durum. Davranışlarında bizim obsesyonel dediğimiz takıntılar, eskinin diliyle evhamlar oluşuyor. Kişilik bozukluklarına kadar yol açabiliyor bu durum. Maalesef fuhşiyat dediğimiz kavram da bu durumlardan ortaya çıkıyor. Hasılı, zaman ilerledikçe evlenme ortalaması yükselmeye başladı. Batıda evlenmeden çocuk sahibi olmak gibi bir akım var biliyorsunuz. Fransa’nın 2007 verilerine göre doğan çocukların % 51’i gayrimeşru yani evlilik dışıdır. Maalesef Türkiye de bunu modellemeye başlıyor.
Burada ailelere vereceğim tavsiye şu; özellikle orta ve alt gelirli grup ailelerimizde bir kaygımız var. ‘Kız çocuklarımız okusun bir meslek sahibi olsun. İleride kendi ayakları üzeride durabilsin.’ Bundan dolayı da aileler, özellikle anneler, kız çocuklarımıza çok büyük sorumluluk yükler ve ‘Kızım ben okuyamadım sen oku. Benim bir işim olsaydı babana katlanmazdım. Bir maaşım, gücüm olsaydı bu sıkıntıları çekmezdim.’ gibi bir mesaj verir. Bu satırları okuyanlar ‘tabi ki öyle olacak’ diye düşünebilir. Ama sıkıntı şurada; bu mesajları verdiğimiz çocuklarımız, evlendiğinde ve maaşı da olduğunda, ilk tartışmada ‘Benim maaşım var. Annem, babam beni bugünler için mi okuttu, kendi ayaklarım üzerinde durabilirim’ diyor. Eğer bizim annemiz ya da babamız ilk sıkıntıda birbirine eyvallah edip, evlilik içinde problemlerini çözmeselerdi, şu an Türkiye’de ailelerin hepsi dağılmış olurdu. Haliyle yeni nesil gençlere bu mesajları verirken dikkat edelim. Söylediklerimiz, kişinin iki, üç bin lira maaşı varsa, onu mutlu etmeye yetebileceği anlamına gelmesin. Bazen erkek kadının, bazen de kadın erkeğin sıkıntısını çözmede dişini sıkabilmeli. Bazen haklı olduğunu bilse bile özür dileyebilmeli ki evlilikler yürüyebilsin. Evlilikte, bazen beşinci yıla kadar uzayan, alışma aşaması vardır,. O dönemlerde, çiftlerin, sorun çözebilmek için ekstra çaba harcaması lazım.
Evliliğin bir sertifikası yok!
Maalesef dünyada her şeyin eğitimi, sertifikası var ama evliliğin yok. İnsanlar karanlıkta önünü bulur gibi, annesinden babasından görüp, bir evlilik dairesine girip, bir evde beraber yaşamaya çalışıyor. Bu da yetmiyor tabi ki. Biz bir erkeği ya da kadını, doğru düzgün tanımadan yola çıkıyoruz. Evlilik içerisinde tanıyana kadar da çatışmalar had safhaya gelebiliyor. Keşke bir evlilik okulu olsa da, kadınlara ve erkeklere, evlilikle ilgili vazifeler, karşı cinsin kişiliği, erkek ve kadının psikolojisi hakkında bilgilendirse. Araba sürmek için bile ehliyet var, ama evlilik için yok. Herkes evlenebiliyor. Ama gördüğünüz gibi Türkiye’de dört evlilikten biri boşanmayla sonuçlanıyor. Mutsuz olup da evliliğini sürdüren, resmî olarak boşanmayanları da hesaba katarsanız, her geçen yıl durumun vahameti artıyor…
Peki ne yapılabilir?
İnsanların, evliliğe zihin olarak kendilerini hazır hissetmesi, karşı tarafa yönelik tavır ve davranışlarla ilgili, neler yapmaları gerektiği konusunda destek almaları lazım. Belki aile danışmanlığı, bakanlığımızca ücretsiz bir hizmet olarak verilmeli. Nasıl aile hekimimiz varsa, aile danışmanlarının da ailelere ücretsiz destek vermesi gerekiyor diye düşünüyorum. Alanda çalışan meslektaşlarım şunu çok iyi bilir. Çiftler genelde en son aşamada uzman karşısına geliyorlar. İlk aşamada sorunları çözme konusunda eğitim almıyorlar. İkincisi problemler ortaya çıktığında, kendi başlarına çözmeye çalışıyorlar, çözemiyorlar. Birbirlerini yıpratıyorlar, had safhada kavgalar, tartışmalar yaşanıyor. Aileler araya giriyor. Kırgınlıklar, küskünlükler, boşanma provaları yapıyorlar. Ama gün geliyor birisi çıkıyor, “Boşanmayın bir uzmana gidin” diyor. Ondan sonra bir uzmana gidiyorlar. Ben buradan çiftlere ve ailelere diyorum ki; problemleri iş işten geçtikten sonra, yani son bir şans olarak, tek sıkım barutmuş gibi uzmana gittiğinizde, uzmanların size bir faydası olmuyor. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı şöyle bir proje yapmıştı. Dediler ki, çiftler boşanmak için başvurduğunda, önce onları üç ya da altı oturum, aile danışmanlığını mecbur kılalım. Bu tamamen yanlış. Çünkü insanlar boşanma kararını zihinden verdikten sonra, yardım edebilmek çok zordur. Oysa ki ailelerin ya da devletimizin henüz testi kırılmadan insanlara yardım etmesi gerekiyor.