“Madem öyledir; itminan için istersen, biz de Kur’ân’ın feyzine istinaden diyoruz: İsm-i Nur çok müşkülatımızı halletmiş; inşallah bunu da halleder. Akla vazıh kalbe nuranî olacak temsil yolunu ihtiyâr ile İmam-ı Rabbani gibi deriz: “Ben ne geceyim, ne geceye kulluk yaparım • Ben bir hakikat güneşinin hizmetkârıyım ki, ondan size haber getiriyorum.”1
On altıcı yüzyılda Hindistan’da inanç ve fikir akımları açısından oldukça karışık bir durum karşımıza çıkmaktadır. Hakim devlet gücünün de olmamasına paralel olarak buradaki Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler, Zerdüştler, Sabiiler, Cetiler, Sieralar, Çavakalar, Brahmanlar kendilerine bağlı inanç sahiplerini muhafaza için gayret gösteriyorlardı. Bu bölgede hakimiyetini tesis edip güçlendirmeye çalışan Babür Devletinin hükümdarı Ekber Şah, İslâmî gelişmeyi sekteye uğratmak için her yola başvurmaktadır. Müslümanlara toplu ibadet yapma, İslâmî isim koyma yasağını getirerek özellikle Peygamber Efendimizi (asm) çağrıştıran Ahmed, Muhammed isimlerinin verilmesini yasakladı. Devlet dairelerine heykellerini astırdı. Yapılan baskı ve zulümler neticesinde Hindistan, Müslümanlar için âdeta bir zindan halini almıştı. İşte İmam-ı Rabbani böyle karışık bir ortamda dünyaya geldi.
Asıl adı Ahmed olan imam-ı Rabbani Hazretlerinin soyu Hazret-i Ömer’e dayandığından Farukî, memleketinden dolayı da Sihrindî lakaplarıyla tanınır. Ahmed, 971’de (1563) Hindistan’ın Serhend kasabasında doğdu. Bir din alimi olan babası Abdülehad, oğlunu daha küçük yaşından itibaren İslâmî terbiye ile büyüttü. Kur’ân-ı Kerim’i ona hıfzettirdi. Diğer yandan sarf ve nahiv ilmini öğreterek Kur’ân’ı anlamasını sağlamaya çaba gösterdi. On yedi yaşında tahsilini tamamlayarak irşada başlayan Ahmed, babasının vefatından sonra hac farizasını yerine getirmek maksadıyla gittiği kutsal beldelerde, yol boyunca ilim erbabı kimselerle irtibata geçerek özellikle hadis konusunda çok kapsamlı bilgilerle memleketine döndü. 63 yaşında (1624) Serhend’de Hakkın rahmetine kavuştu.
İman hizmeti
İmam-ı Rabbani Hazretleri, iman hakikatlerinden bir meselenin inkişaf etmesini binlerle zevke, keramete tercih etmiştir. Kendisinden keramet bekleyenlere verdiği cevabın devamında; bütün tarikatların nihai hedeflerinin, iman hakikat lerinin inkişafı ile vuzuha kavuşturmak olduğunu belirtmiştir. Bundan dolayıdır ki, Nakşîliği iman hakikatlerine sağlam bir şekilde ve dinin farzlarına bağlanma temellerine oturtmuştur.
İmam-ı Rabbani Hazretlerinin yaşadığı dönemde zararlı düşünce ve fikirler tarikat yoluyla verildiğinden, onun mücahedesi de bu yolla olmuştur. Talebeleri ile beraber tesis ettiği Müceddidiye tarikatıyla hem örnek teşkil etmiş, hem de tarikatların bulaşmış oldukları zararlı akımlardan arındırmaya çaba sarf etmiştir. İrşad vazifesine başlamadan evvel hem fen, hem de din ilimlerini tahsil ederek bilgisini ikmal etmiş ve ömrü boyunca tekke ve medrese ehlini birleştirmeye çalışmıştır. İslâmiyet’e yönelik hücumlar felsefe ve akılcılık yoluyla geldiğinden, kalp ve ruh yaralarını tedavi ederek nefsî vehimlerden kurtarmaya çalışmıştır. İmam, dönemin hastalıklarının sebebini üç başlık altında toplar. Bunlar; idarecilerin dinden uzaklaşması, bilginlerin menfaat ve korku sebebiyle Kur’ân ve sünnetten ayrılmaları ve tasavvuf ehlinin tarikatı şeriattan ayırmalar, olarak sıralar.
Hayat tarzı ve hizmet şekliyle herkesin muhabbetini celp ettiğinden “İmam-ı Rabbani” olarak anılmaya başlanır. Tarikatı, hakikatin tahakkukuna vasıta yapmak suretiyle gerçek kimliğine büründürmüştür. Bütün ilim ve iman feyzini Kur’ân’dan alan Ahmed’in hizmet tarzı büyük bir yankı bulmuş ve birçok tarikat büyüğünün müritlerini eğitmek üzere kendisine göndermelerine sebep olmuştur.
Müsbet hareketi
Kendine yapılan eziyet ve zulümlere rağmen İmam-ı Rabbani, babasına başkaldırarak isyan eden Şah Cihan’ı bu yanlış hareketinden vazgeçirerek baba-oğlu barıştırmış, saltanat kavgasının son bulmasına vesile olmuştur. Öte yandan hapiste bulunduğu sırada, şaha başkaldırıp kendisini kurtarma tekliflerine izin vermemiş, dahilde vuku bulacak bir çarpışmada birçok masumun zarar görebileceğine dikkat çekerek müsaade etmemiştir.
İmam-ı Rabbani ve Bediüzzaman
Kendisinden sonraki dönem hakkında gaybî işaretlerde bulunan büyük müceddidlerden bir tanesi de İmam-ı Rabbanî Hazretleridir. Bediüzzaman, İmamın Mektubat’ını okuduğunda “Mirza Bediüzzaman’a Mektup” ifadesiyle karşılaşınca çok hayret etmiştir. Bu mektupta Üstada ısrarla “Tevhid-i kıble et!” tavsiyesinde bulunur. Üstad, bu hitaptan sonra Cenab-ı Hakkın inayetiyle bütün tarikatların başı ve menbaı olan Kur’ân-ı Azimüşşana yönelerek tavsiyeyi yerine getirir.
Bediüzzaman Hazretleri, İmam-ı Rabbanî’yi hem şahsiyet, hem vazife bakımından büyük hizmetlere vesile olup harika halleri ve çok önemli irşatlarından dolayı, “Ümmetimin âlimleri, İsrailoğullarının peygamberleri gibidir” hadisine mâsadak olan şahsiyetler arasında sayar. Bir başka ifadesinde, “Eğer İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî bugün Hindistan’da hayattadır diye ziyaretine bir davet vuku bulsa, bütün zahmetlere ve tehlikelere katlanarak ziyaretine gideceğini” belirtir. Eserlerinin muhtelif yerlerinde onu “müceddidi-i elf-i sani” olarak tavsif eder.
Dipnot: 1. Bediüzzaman Said Nursî/ Sözler Kaynak: Yeni Asya Neşriyat/ Portreler