Göç veren ve göç alan bir toplum olarak, göçün psikolojik etkilerini Psikolog / Sosyolog Tuba Karacan ile konuştuk. İstifadeye medar olsun…
Göç ve etkilerinden bahsedecek olursak, neler söylersiniz?
Göç iki taraflı bir kavramdır. Burada zorunlu göç ile gönüllü göç arasındaki ayrımı yapmak gerekir. Gönüllü göç; kendi vatanından başka bir yere, gönüllü, istekli, şartları araştırarak, koşulları önceden hazırlayarak göç etmektir. Zorunlu göç ise; can güvenliği tehdidiyle karşı karşıya kalıp, vatanını, yuvasını, kendi toprağını terk etmek zorunda kalmak ya da vatanından zorla çıkartılarak yaşanan bir göçmenliktir. Mültecilik k a v r a m ı n ı , zorunlu göç bağlamında ele alıyoruz. Mültecilik ve göç şuanda bütün dünyanın problemi. Ama özellikle 2011’de başlayan Suriye Savaşı, arkasından ortaya çıkan yoğun göç ve bu hadisede en fazla göç alan, kapılarını mazlum insanlara açan ülke olarak Türkiye’nin ve buradaki insanların yaşadıkları problemleri değerlendirmekte fayda var.
Göçmek, vatanından zorla çıkmak, mültecilik, çok travmatik bir süreç. Yıllarca biriktirdiğiniz, inşa ettiğiniz dünyadan kopup, başka bir yere gitmek zorunda kalıyorsunuz. Kurulu düzeninizi, eşinizi, dostunuzu, akrabanızı, birikimlerinizi bırakıyorsunuz. Sizi, siz yapan kültürünüz ve kimliğinizle orayı tek başınıza terk ederken, bir başka yerdeki belirsizliğinize doğru yolculuğa çıkmış oluyorsunuz. Yolculuk süresinde yaşayacaklarınız bir tarafa, gittiğiniz yerde neyle karşılaşacağınızı bilmiyor olmak da çok travmaktiktir. Dolayısıyla mültecilik ya da göçmenlik dediğimizde, başlı başına çok sıkıntılı bir şeyden bahsediyoruz.
Bizim de başımıza gelebilir!
Ben uzun yıllar, özellikle Türkiye’deki sığınmacılarla çalışmalar yaptım. Şuanda da yetişkinlerle, ailelerle, onların çocuklarıyla, uyum süreçleri ile ilgili çalışıyoruz. Onları hayatlarını, hikâyelerini dinlediğinizde, aslında günün birinde onların yaşadığı şeyin, sizin de başınıza gelmeyeceğinin garantisinin olmadığını fark ediyorsunuz. Çünkü yaptığımız görüşmelerde bu duruma son derece hazırlıksız yakalandıklarını ifade ediyorlar. Bir gün evlerini Arapça bile konuşmayan, yabancı bir dilden insanların bastıklarını ve yurtlarından neden, ne şekilde, hangi sebeple çıkartıldıklarını bilmediklerinden bahsediyorlar. Doktor, polis, sanatçı, öğretmen, akademisyen olarak sürdürdükleri tüm kimliklerini, inşa ettikleri ne çalışma varsa, hepsini orada bırakıp, ayrılmak durumunda kalıyorlar. Hatta yaptığım birebir görüşmelerde şöyle bir ifadede bulunmuştu akademisyen bir beyefendi; “Sizin ülkenizde bir takım terör sorunları olur, biz bunları görür, hiç şaşırmazdık. Ama bizde böyle bir şeyin yaşanmış olması hiç beklediğimiz bir şey değildi.” Bu kadar hazırlıksız ve böyle bir beklentiden uzak bir halde yakalandı Suriyeli göçmenler.
Geldikten sonra da burada ciddi sıkıntılarla karşılaştılar. Onları karşılayan insanların nasıl davrandığından, onlara nasıl yaklaştığından ziyade, aslında kendi yaşadıkları süreçler çok zordu. En basitinden orada akademisyen olan bir beyefendi, kafeteryada garsonluk yapıyor. Yani vatanıyla birlikte, kendi statüsünü, yetkinlik alanını da kaybetmiş, yitirmiş. Onlar için kendi benliklerini, kimliklerini ve o kimliklerinin de sürekliliğini nasıl sağlayacaklarına ilişkin, son derece belirsiz bir süreç.
Mülteci gruplar, büyük şehirlerde daha fazla dikkat çekiyor!
Ülke olarak çok yoğun bir mülteci grubu ağırlıyoruz. Son rakamlara göre yaklaşık 3.7 milyon mülteci var. Büyük şehirlerde bunu biraz daha fazla, net görüyoruz. Yakın zamanda Güneydoğu Anadolu bölgesindeydim. Kültürel yakınlık vesilesiyle oraya göç eden insanlar, daha hızlı kaynaşmışlar. İstanbul’da, Ankara’da yaşayan Suriyeli mültecilere kıyasla daha az belirginler. Uyum sağlamış, adapte olmuş ve kabul edilmişler. Ancak büyük şehirlerde daha fazla dikkatimizi çekiyorlar. Uyum sağlama süreci göçmenlikte çok önemlidir. Ne kadar sizin kültürünüze yakın bir kültür de olsa, siz, geldiğiniz yerdeki ana dilinizi ve özellikle de yeme kültürünüzü ararsınız. Onlar açısından bakıldığında, buraya uyum sağlamak çok kolay bir şey değil. Evet buraya taşındılar, kendi kültürlerini yaşamaları, bizim açımızdan bir renklilik ama esas arzu ettikleri şey, bunu kendi vatanlarında sürdürüyor olmaktı. Bunu hiçbir zaman akıldan çıkarmamak lâzım.
Mülteciler bizim için bir tehdit mi?
Münferit olayların fazlaca gündeme gelmesiyle, mültecilerin bizim için tehdit ya da güvenlik açısından sıkıntı oluşturduğuna ilişkin bir algı oluşturuluyor. Çok iyi uyumsandıklarını söylemek mümkün değil tabiî ki. Uyum sağlama süreçlerinin çok daha fazla zaman alacağını düşünüyorum. Çünkü önce kendi içlerindeki o travmatik süreci tamamlamaları gerekecek. Mesela biz, bir yakınımızı kaybettiğimizde, onun mezarına gideriz. Ona ait şeylere bakarız. Bir yas süreci vardır. Onu yaşamadan, kayıpla ilgili travmamızı çözemeyiz. Şimdi onların geriye dönüp bakabilecekleri bir yurtları, evleri yok. Geçmişle ilişkili, orada kaybettikleri, yakınlarına ait, hatıralarına ilişkin, tutunabileceklerine hiçbir şeyleri olmadığı için, oradan kopuş, o kopuşla birlikte ortaya çıkan şok, travma ve akabinde yasla birlikte tamamlanması gereken aşamaları, çok sağlıklı geçiremiyorlar. Dolayısıyla hemen uyum sağlamalarını beklemek yanlış olur.
En kolay uyum sağlayan grup çocuklar herhalde?
Mecburlar aslında, tutunmak, kabul görmek zorundalar. Çocuklar, çocuklarla kaynaşmaya daha müsaittir. O yüzden dili, bizden daha özgüvenli ve aktif kullanırlar. Biz düşünürüz ama çocukların ‘şöyle mi söylesek, böyle ifade etmek doğru mu, yanlış mı?’ gibi kaygıları yoktur. Bizim çocuklarımızın, onların yaşadığının onda birini yaşadığını tahayyül bile edemiyoruz. Ama onlar bunu yaşadılar, yaşıyorlar. Yaşadıklarına rağmen tutunmak, uyum sağlamak için olan umutları, çok insana da umut veriyor.
Sahada da çalışan, mülteci ailelerle görüşen biri olarak, gözlemlerinizi bize aktarır mısınız?
Suriyeli ile ilgili meselenin, ajitasyona da dönüştürülmeden, çok daha sağlıklı, bilinçli bir şekilde çözülebileceğini düşünüyorum. Biz onları sayı olarak görüyoruz. Şu kadar mülteci geldi, gelecek. Suriye’de bomba patladı, şu kadar insan öldü, şu kadarı hastanede tedavi görüyor vb. Bunlar hep bizim için rakam. Onlara böyle sayılardan ibaret baktıkça, hikâyelerini dinlemeye başladığımızda, bakış açımızda bir değişlik olacağını düşünmüyorum. Hikâyelerini anlatmaktan ziyade, her birimizin etrafında bolca gördüğü o mültecilerin, neler yaşadığını ya da yaşamış olabileceğini anlamak adına, onları gözlemlemek, onların baktığı, durduğu yerden, kendimize bakabilmek, hayatlarımız arasındaki farkı, onların nasıl algıladığını, gördüğünü anlamaya çalışmak çok daha fayda sağlar diye düşünüyorum.
En basiti anne, babalar haklı olarak, çocukları başka bir okula geçtiğinde, sınıf, öğretmen veya bakıcı değiştirdiğinde yaşayacağı travmayı sorguluyor. Mülteci çocukların da bizim çocuklarımızdan bir farkı yok. Onlar da kendi ülkelerinde, kendi şartlarının en iyi imkanlarında doğdular, belirli bir yaşa geldiler ve şuan ülke değiştirip, hayata tutunma mücadelesi veriyorlar. Bu çocukların, yaşadıkları travmayı nasıl içselleştirdiklerini ve büyüdüklerinde, kendilerine kucak açan insanlara karşı tutumlarını, nasıl yaklaşacaklarını konuşmak, düşünmek lazım.
Savaştan kendilerini sorumlu tutuyorlar!
Okul öncesi yaş döneminde göçü yaşayan çocuklar, ailelerini, yakınlarını kaybetmişlerse -ki genelde böyle- bu durumla ilgili kendilerini suçluyorlar. Çünkü biz biliyoruz ki 0-6 yaş dönemi çocukları, olan biten her şeyden, kendilerini sorumlu tutarlar. Biz Kurban Bayramı’nda bile çocuklar görsün mü, görmesin mi diye tartışıyoruz. Bu çocuklar orada annesini, babasını kaybetmiş, bomba seslerinin altında, kiminin kolunun, kiminin bacağının koptuğunu görmüş. Özellikle okul çağı çocuklarının farkındalıkları yüksek oluyor. ‘Yapabilirdim, engelleyebilirdim, annemi- babamı koruyamadım’ gibi suçluluk hissi ile başa çıkmaya çalışıyorlar.
Ergenler ise daha öfkeli oluyor. Bizi de tedirgin eden, tehdit oluşturabilecek potansiyele sahip, kaygılandığımız bu grup aslında. Yaşıtlarına göre savaşın yıkıcı etkisini daha yoğun bir şekilde hissettiler, yaşadılar. Bu grubun gelecekle ilgili kaygıları çok yüksek, umutsuzlar, karamsarlar. Dolayısıyla çok fazla öfkeleri var ve bu öfkelerini nasıl açığa çıkartabileceklerini bilmiyorlar. Çeteler, kötü alışkanlıkları olan gruplar, bu yüzden onları daha hızlı çekebiliyor. Ergenlik her durumda, tehlikelere, tehditlere daha açık olunan bir süreçtir. Kandırılabilir, yönlendirilebilir bir çağdır. Bu yaş grubunun hem ergen, hem de mülteci olduğunu düşünürsek, ne kadar savunmasız olduklarını görürüz. O yüzden o psiko-sosyal destek çalışmaları yapılıyor. Ama hepsi kendi sahasında, zaman alacak, belli bir sürece ihtiyaç olan çalışmalar. Hem bizim toplum olarak kabullenmemiz, hem de onların kendi travmalarını bir şekilde atlatıp, mümkün olabilirse tabi toparlayıp, daha uyumlu bir şekilde hayatlarına devam edebilmeleri için, her iki tarafın da, biraz daha zamana ihtiyacı var diye düşünüyorum.
Biz çok kültürlü çok da göç almış bir toplumuz. Aslî kaynaklarımıza baktığımızda da hicreti, göçü, ensar-muhacir ilişkisini görüyoruz. Aslında bu konuştuklarımız bize uzak olmayan (olmaması gereken) bir durum öyle değil mi?
Tabi bizim kültürümüz çok misafir ağırlamış. Fakat modern çağ, o kadim değerlerimizle bağımızı o kadar kopardı ki, hepimiz günlük hayatın telaşına düştük. Gelecek kaygısını çok daha fazla yaşar olduk. O kardeşlik, tevekkül, güven gibi bizi toplumsal olarak da ayakta tutan bağları daha az hatırlar olduk. Ben günümüzde bu durumun tam tersinin körüklendiğini düşünüyorum. Mültecilerle ilgili söylemler maalesef hep aksi yönde. “Ülkemizde bu kadar aç, işsiz insan varken, bir de onları mı barındıracağız” gibi aslında kendi topraklarımızın, güvensizliğine, kaynaklarımızın yetersizliğine vurgu yapan çok fazla söylemler ortaya koyuluyor. Daha sağduyulu olmasını beklediğimiz, siyasi erkten veya entelektüel olarak daha sözü dinlenir insanlardan da benzer, taraflı ve kışkırtıcı şeyleri duymak insanı üzüyor. O yüzden bizim kardeşliği; adına ister ensar – muhacir deyin, ister insan hakları deyin, nasıl ifade ederseniz edin, daha o evrensel değerler bulabileceğimiz ve tabi kendi değerlerimizin zenginliğinden de beslenebileceğimiz başka bir dile geçmemiz lazım. Çünkü bizim mülteciler ile ilgili kullandığımız dil, dünyanın diğer ülkelerinde, mültecileri, sınırlarında ölüme mahkûm eden, kapılarında bekleten, elektrikli tellerde ölümlerine müsaade eden zihniyetin kullandığı dille ne yazık ki aynı.
Son olarak göçmenleri, mültecileri ülkesinde, mahallesinde misafir eden okurlarımıza neler söylemek istersiniz?
Tabiî ki bu işin gerçeklik kısmı da var. İstanbul’un Fatih semtinde artık sokakta yürürken Türk vatandaşı görmekte zorlanıyorsunuz. Ülkemizde zorlukla inşa etmeye çalıştığımız birtakım toplumsal kurallarla ilgili daha da dejenerasyonun arttığını görüyorsunuz. Tabelaların nerdeyse Türkçe değil de, belirli yerlerde tamamıyla, özellikle Arapçaya dönüştüğünü biliyorsunuz. Suriyelilere veya mültecilere düşmanca bakmayan, ötekileştirmeyen ama haklı olarak, kendi ülkesinin birtakım değerlerini, temel kodlarını korumak isteyen bir insan grubumuz da var. Onları da anlamak gerekiyor. Ben de zaman zaman onların kaygılarını paylaşıyorum. Bu bir mülteci düşmanlığı değil. Ama mültecilerle ilgili geliştirilen politikaların oluşturduğu bir zaaf, onu da ayrı değerlendirmek gerekir. Buna ilişkin de insanlarımızı rahatlatan birtakım önlemler almakta fayda var. Tabi bunun da mülteci düşmanlığına vardırmadan, daha insani biçimde çözülmesi gerekir. Bir yandan da biliyoruz ki, savaş ve göç travmasını birlikte yaşamış insanların, yeni geldikleri yerde uyum sağlama süreçleri çok kolay olmaz. Bu teorik olarak da psikolojik olarak da mümkün değil. Diğer taraftan da onların uyum sağlamalarını kolaylaştıracak çalışmaların da arttırılması lazım ki, durum bir kaosa dönüşmesin. Ancak belirli bir düzen dahilinde, daha kardeşçe yaşamak, kabullenmek, insanca bakmak mümkün olur. Böyle hassas bir denge var işin açıkçası. Şöyle düşünelim, size bir misafir gelmiş ama ne zaman gidecek belli değil. Bir ev sahibi açısından baktığınızda, o belirsizlik ev sahibini tedirgin edebilir. Mülteciler şuan geçici misafir konumundalar. Ülkemizde tam anlamıyla mültecilik haklarını da kazanmadılar. Bu anlamda da yaşanan bir kaygı var. İki tarafın da kaygılarını görmezden gelemeyiz. Tüm bunlara rağmen, onların insan olduğunu, rakamlardan, sayılardan ibaret olmadığını, beğenmesek de, rahatsız olsak da tüm dünyadaki diğer insanlar gibi, onların da bir dünya vatandaşı olarak, istedikleri yerde yaşamaya bir anlamda hakları olduğunu, zaten ölümden kaçarak buraya geldiklerinin de bir gerçek olduğunu, görmezden gelmemekte fayda var.
Röportaj: Kübra Arı