Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Mekke’den hicret ettiği ve küffarlar takibe çıktıkları vakit, Sebîr namındaki dağa çıktılar. Sebîr dedi: “Yâ Resûlallah, benden ininiz. Korkarım, benim üstümde sizi vururlarsa Allah beni tâzip eder. Onun için korkarım.” Cebel-i Hirâ çağırdı: “Ya Resûlallâh ileyye, bana gel.”
Bu sır içindir ki, ehl-i kalb Sebîr’de havf ve Hirâ’da da emniyeti hissederler.
Bu misâlden anlaşılır ki: O koca dağlar birer müstakil abddir, müsebbihtir ve vazifedardırlar. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı tanır ve severler; başıboş değillerdir.
***
Kat’iyet kesb etmiş birkaç hadiseyi zikredeceğiz:
Birinci hadise: Ehl-i siyer ve hadis müttefikan haber veriyorlar ki: Kureyş kabilesi, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı öldürtmek için kat’î ittifak ettiler. Hattâ, insan sûretine girmiş bir şeytanın tedbiriyle, Kureyş içine fitne düşmemek için, her kabileden lâakal bir adam içinde bulunup, iki yüze yakın, Ebû Cehil ve Ebû Leheb’in taht-ı hükmünde olarak, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın hane-i saadetini bastılar. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanında Hazret-i Ali vardı.
Ona dedi: “Sen bu gece benim yatağımda yat.” Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm beklemiş, tâ Kureyş gelmiş, bütün hanenin etrafını tutmuşlar. O vakit çıktı, bir parça toprak başlarına attı, hiçbirisi onu görmedi, içlerinden çıktı, gitti. (Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:349) Gar-ı Hira’da iki güvercin ve bir örümcek, bütün Kureyş’e karşı ona nöbettar olup muhafaza ettiler. (Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:349)
İkinci hadise: Vakıât-ı kat’iyedendir ki, mağaradan çıkıp Medine tarafına gittikleri vakit, Kureyş rüesası, mühim bir mal mukabilinde, Sürâka isminde gayet cesur bir adamı gönderdiler; tâ takip edip onları öldürmeye çalışsın. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ebû Bekr-i Sıddık ile beraber gardan çıkıp giderken gördüler ki, Sürâka geliyor. Ebû Bekr-i Sıddık telâş etti. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm mağarada dediği gibi, “Lâ tahzen, innallâhe maanâ” (Üzülme! Allah bizimle beraberdir) dedi. Sürâka’ya bir baktı; Sürâka’nın atının ayakları yere saplandı, kaldı. Tekrar kurtuldu, yine takip etti. Tekrar atının ayaklarının saplandığı yerden duman gibi bir şey çıkıyordu. O vakit anladı ki, ne onun elinden ve ne de kimsenin elinden gelmez ki ona ilişsin. “El-aman” dedi. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm aman verdi. Fakat dedi: “Git, öyle yap ki başkası gelmesin.” (Buharî, Menakıb: 25)
Şu hâdise münasebetiyle bunu da beyan ederiz ki: Sahih bir surette haber veriyorlar: Bir çoban, onları gördükten sonra Kureyşe haber vermek için Mekke’ye gitmiş. Mekke’ye dahil olduğu vakit, ne için geldiğini unutmuş. Ne kadar çalışmış ise, hatırına getirememiş. Mecbur olmuş, dönmüş. Sonra anlamış ki ona unutturulmuş.
***
Ehl-i siyerin bütün muteber kitapları haber veriyorlar ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ebu Bekri’s-Sıddık ile beraber hicret ederken, Âtiket binti Huzaiyye denilen Ümmü Ma’bed hanesine gelmişler. Gayet zayıf, sütsüz, kısır bir keçi orada vardı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ümmü Ma’bed’e ferman etti: “Bunda süt yok mudur?” Ümmü Ma’bed demiş ki: “Bunun vücudunda kan yoktur; nereden süt verecek.” Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm gidip o keçinin beline elini sürmüş, memesini de meshetmiş, dua etmiş. Sonra demiş: “Kap getiriniz, sağınız.” Sağdılar. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ebu Bekri’s-Sıddık ile içtikten sonra, o hane halkı da doyuncaya kadar içmişler. O keçi kuvvetlenmiş, öyle de mübarek kalmış.
(Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbât)
Hacc-ı şerif, bilasâle herkes için, bir mertebe-i külliyede bir ubûdiyetir. Nasıl ki bir nefer, bayram gibi bir yevm-i mahsusta, ferik dairesinde, bir ferik gibi padişahın bayramına gider ve lûtfuna mazhar olur. Öyle de, bir hacı, ne kadar âmî de olsa, kat-ı merâtib etmiş bir velî gibi, umum aktâr-ı arzın Rabb-i Azîmi ünvânıyla Rabbine müteveccihtir, bir ubûdiyet-i külliye ile müşerreftir. Elbette, hac miftâhıyla açılan merâtib-i külliye-i Rubûbiyet ve dürbünüyle nazarına görünen âfâk-ı azamet-i Ulûhiyet ve şeâiriyle kalbine ve hayaline gittikçe genişlenen devâir-i ubûdiyet ve merâtib-i kibriyâ ve ufk-u tecelliyâtın verdiği hararet, hayret ve dehşet ve heybet-i Rubûbiyet “Allahuekber” ile teskin edilebilir ve onunla o merâtib-i münkeşife-i meşhude veya mutasavvere ilân edilebilir.
(Bediüzzaman Said Nursî, Sözler)
Hem o Rahmân’ın nihayetsiz rahmetinden uzak değil ki, nasıl vazife uğrunda mücâhede işinde telef olan bir nefere şehâdet rütbesini veriyor ve kurban olarak kesilen bir koyuna, âhirette cismânî bir vücud-u bâkî vererek Sırat üstünde sahibine burak gibi bir bineklik mertebesini vermekle mükâfatlandırıyor; öyle de, sâir zîruh ve hayvanâtın dahi, kendilerine mahsus vazife-i fıtriye-i Rabbâniyelerinde ve evâmir-i Sübhâniyenin itaatlerinde telef olan ve şiddetli meşakkat çeken zîruhların, onlara göre bir çeşit mükâfat-ı ruhâniye ve onların istidadlarına göre bir nevi ücret-i mânevîye, o tükenmez hazîne-i rahmetinde baîd değil ki, bulunmasın. Dünyadan gitmelerinden, pek çok incinmesinler; belki memnun olsunlar.
(Bediüzzaman Said Nursî, Sözler)
Bu makam yazıldığı zaman Kurban Bayramı geldi. Allahu ekber, Allahu ekber, Allahu ekber’lerle nev-i beşerin beşten birisine, üç yüz milyon insanlara birden Allahu ekber dedirmesi; koca küre-i arz, büyüklüğü nisbetinde o Allahu ekber kelime-i kudsiyesini semavattaki seyyarat arkadaşlarına işittiriyor gibi, yirmi binden ziyade hacıların Arafat’ta ve iydde beraber birden Allahu ekber demeleri, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın bin üç yüz sene evvel âl ve sahabeleriyle söylediği ve emrettiği Allahu ekber kelâmının bir nevi aks-i sadâsı olarak, rububiyet-i İlâhiyenin Rabbü’l-Arz ve Rabbü’l-âlemîn azamet-i ünvanıyla küllî tecellisine karşı geniş ve küllî bir ubûdiyetle bir mukabeledir diye tahayyül ve his ve kanaat ettim.
(Bediüzzaman Said Nursî, Asa-yı Musa)
Lugatçe: Müsebbih: Tesbih eden; Allah'ı, yüce şanına lâyık ifadelerle anan. Yevm-i mahsus: Özel gün. Devâir-i ubûdiyet: Kulluk daireleri. Meratib-i Kibriyâ: Cenab-ı Allah'ın büyüklüğünün mertebeleri