Ülkemizde aile ile ilgili yeni hukukî düzenlemeler yapılırken çıkış noktalarından biri İstanbul Sözleşmesidir. İstanbul Sözleşmesi’nin çok tartışılan maddelerini ve aile kurumunun geleceği açısından barındırdığı tehlikeleri, Aile Akademisi Derneği’nden Uzm. Psk. Dan. Yasin Kuruçay ile konuştuk.
Toplumsal cinsiyet eşitliği ve toplumsal cinsiyet ayrımcılığı nedir?
Malumunuz yıllardır hepimizin bildiği varlık âleminde de kız- erkek ayrımdan söz ediyoruz. Bu ayrıma biyolojik cinsiyet deniliyor. Fakat toplumsal cinsiyet dediğimiz süreci bir adım geriye giderek şuradan başlatabiliriz; 20. yüzyılın yaklaşık tam ortasında bir zoolog araştırma yayınlıyor. Bu araştırma cinsel devrimin başlangıcı olarak ifade ediliyor. Araştırmanın özü ve önemi şu; farklı cinsel yönelimlerin, bugün LGBTİ olarak ifade ettiğimiz, o zamanın ifadesiyle eşcinselliğin, toplumda çok yaygın olduğunu ifade ediyor. Bundan sonra Amerika ve Batı dünyasında ceza kanunları, aile kanunları bu rapor doğrultusunda değişmeye başlıyor. Toplumsal cinsiyet kavramı ise Robert Stoller isminde bir araştırmacı tarafından “Cinsiyet ve Toplumsal Cinsiyet” kitabında yayınlanıyor. Kavram çok kabaca şunu söylüyor; “Geleneksel değerler, geleneksel dünya kadın-erkek üzerinden bir sömürü sistemi vurguluyor. Bu sömürü sistemi kadınları ve çocukları mağdur etti. Din ve dinin neden olduğu toplumsal değerler, toplumdaki pek çok ama özellikle çocuklar ve kadınlarla ilgili mağduriyetlerintemel sebebidir. Dolayısıyla kadınlık ve erkeklik rolleri yeniden kurgulanabilir.” Yani şunu diyor; bir biyolojik cinsiyetimiz var, bir de toplumsal cinsiyetimiz, toplumların kadına ve erkeğe verdiği değerler vardır. Kızları hanımefendi, erkekleri beyefendi olarak tanımlarız. Bu toplumsal cinsiyet eşitliği anlamına geliyor. Toplumsal cinsiyet ayrımcılığı ise erkek egemen kültürün kadınlar ve çocuklar üzerinde tahakküm yürüttüğünü, ayrımcılığa neden olduğunu ifade eden bir kavram. Kabaca böyle söyleyebiliriz.
Bu söyledikleriniz bilhassa aile kurumu içerisinde çok hassas dengeleri barındırıyor. Bunu aile kurumunun geleceği açısından değerlendirecek olursak neler söyleyebiliriz?
Şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz İstanbul Sözleşmesi aileye düşman, karşı bir sözleşmedir. Pratik bir örnek olsun diye söylüyorum, İstanbul Sözleşmesi’nin Türkçe metninde ‘aile’ kelimesi 30 yerde geçer. Ve 30’unda da ‘aile’ kelimesi, aile içi şiddet bağlamında kullanılır. Yani sözleşme ailenin önemli, değerli, gerekli bir kurum olduğunu ifade etmez. Tam tersine sözleşme, aileyi şiddet ile birlikte tanımlar. Bu konunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü aileyi şiddet ile tanımladığınızda, toplumun temel yapı taşını değiştirdiğinizde, toplumun tüm katmanlarını, hukuk ve düşünme sistemini, yapısal sistemler dediğimiz eğitim sistemini, siyaset sistemini değiştiriyorsunuz. Dünya çapında bir sözleşme olduğu düşünürsek, aile kurumunu da şiddetle tanımladığı için son derece riskli olduğunu söyleyebiliriz.
Ayrıca şunu da eklemek isterim. Malum her toplum kendini var eden değerler üzerinden oluşur. İstanbul Sözleşmesi sadece aileye düşman değildir. İstanbul Sözleşmesi anneye de düşmandır. Çünkü toplumsal cinsiyet eşitliği politikaları kadının annelik rolüne yapılan vurguyu, kadına yönelik bir ayrımcılık olarak görür. Yine İstanbul Sözleşmesi ahlâkî değerlere, dinî değerlere de düşmandır. Küçük bir örnekle ifade etmek istiyorum. Sözleşmenin bir kısmı, birkaç bölümden oluşuyor. Genel yükümlülükler bölümünde madde 12’nin 1. bendinde der ki; “Kadınlar ve erkekler için alışılagelmiş rollerin bulunduğu düşüncesine dayanan ön yargıları, örf ve adetleri, gelenekleri ve her türlü farklı uygulamaları ortadan kaldırmak.” Farklı metinlerde bu ‘kökünü kazımak’ olarak ifade ediliyor. Bakın örfler, gelenekler, her türlü değerler kaldırılmalıdır diyor. Bizim ülkemizde feminist hareketlerin talepleriyle, Türk Ceza Kanunu’nda edep, örf, namus, haya gibi kavramlar çıkartılmıştır. Toplumsal cinsiyet eşitliği savunucuları 18 yaşın altındaki evliliklere karşı çıkar. Ancak 15-18 yaş arasındaki karşılıklı rızaya dayanan cinsel birliktelikleri ise savunur. Bu nedenle sözleşmede 18 yaş altı küçük kızları kadın olarak tanımlamaktadır. Topluma çıkalım, kendi 13 -15 yaşlarındaki kızlarımıza “sen kadınsın“ diyelim. Bunun toplumdaki karşılığını, bu çocuğun karşılaşacağı durumları, ihtimalleri hesap edebiliyor muyuz?
Pedofilinin gündemde olduğu, her şekilde kınandığı bir zeminde 13 yaşındaki kız çocuğuna kadın vasfı vermek, istismara açık hale getirmek demek değil mi?
Sorunuzu küçük bir parantezle açmak isterim. Sözleşmenin 4. Maddesi her türlü cinsel yönelimlerin ve başka tür statülerin ayrımcılığa karşı güvence altına alınması gerektiğini söyler. Buradaki cinsel yönelim ifadesi, sadece pedofili değildir. Okuyucularımızın affına sığınarak ifade edeceğim; bu maddeyle, her türlü nesne ile her türlü sapkınlık ‘cinsel yönelim’ adıyla özgürleştirilmek ya da meşrulaştırılmak isteniyor.
LGBTİ’ ye gelecek olursak “L” lezbiyeni kast ediyor. “G”gayleri, “B” biseksüel yani hem aynı hem karşı cinse ilgi duyanları, “T” transeksüelliği ifade eder. “İ” ismi interseksüelliği ifade ediyor. Bedeni ve üreme sistemleri tam olarak erkek ya da kadın üreme sistemleri olmayanlara deniyor. Bir de Q ve + kavramı var. “Q” Questioning İngilizce yani “Henüz hangi cinsel yönelime sahip olduğuna karar verememiş bireyleri, “+” ise ucu sınırsız olarak her türlü cinsel yönelimi ifade ediyor. Burada ilginç olan kısım şudur; bazı LGBT savunucuları ‘eşcinsellik doğaldır’ diyor. O zaman onlara soruyoruz; “Tamam siz İstanbul Sözleşmesi ve benzeri sözleşmelerle her türlü cinsel yönelimi güvence altına alıyorsunuz, peki gerekçeniz nedir?” “Bu doğal bir şey” diyorlar. Peki o zaman soruyoruz “Bu doğalsa, hayvanlarda neden eşcinsellik, translık, biseksüellik vb. yok?”
Peki bu kadar tehlikeli bir sözleşmenin altına nasıl oldu da imza atıldı? Ve nasıl oluyor da savunuluyor?
Zaman zaman bürokratlarla ya da siyasilerle bizim de toplumun tüm katmanları gibi görüşmelerimiz oluyor. Doğrusu biz karşılıklı konuştuğumuzda, yetkilileri son derece iyi niyetli görüyoruz. Fakat ortada çok ciddi bir perspektif problemi olduğunu, konuyla ilgili çok ciddi bir manipülasyona maruz kaldıklarını düşünüyorum. Çünkü söylediğimiz şeylere itiraz etmiyorlar. Soruyoruz insanlara cinsel yönüyle ifadesini kim sözleşmeye soktu? Kim önerdi? Daha sonra feminist ve LGBT savunuculuğu yapılan sitelere baktığımızda -biz komisyonlara sızdık ve haklarımızı ele geçirdik-diye kendileri de ifade ediyorlar zaten. Dolayısıyla ortada bir art niyet aramak durumunda da değiliz ama çok ciddi bir gaflet, bir ihmalkârlık olduğunu söyleyebiliriz.
Toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarının yasal dayanakları var mı?
Yasal dayanakları ilk olarak İnsan Hakları Sözleşmesi. Ancak toplumsal cinsiyet algılamaları perspektifinden bakacak olursak uluslararası iki temel sözleşme var. Birinin adı “CEDAW- Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi.” Bu sözleşme 1981 yılında Birleşmiş Milletler tarafından imzalanıyor. Türkiye’de 1985 yılında onaylıyor, 1986’da yürürlüğe sokuyor. CEDAW’a baktığımızda, İstanbul Sözleşmesi’nin de temelini atan, bu bağlamda tehlikeleri yüksek olan bir metin olduğunu söyleyebiliriz. CEDAW’la birlikte ondan daha tehlikeli olduğunu düşündüğümüz yasal dayanak İstanbul Sözleşmesi’dir. Sözleşmede hepimizin malumu Mayıs 2011 yılında Türkiye’nin ilk olarak imzaladığı bir sözleşmedir. Bu sözleşmeyi ilginçtir ki diğer ülkelerin yaklaşık yarısı imzalamamıştır. 2012 yılında da bu sözleşmeye dayanarak “Aileyi Koruma Kanunu” ve “Kadına Şiddeti Önleme Kanunu” çıkarılmıştır. 6284. Madde çok tartışılan, çok fazla mağduru olan ‘kadının beya
nının esas alınması’ kaidesiyle ön plâna çıkıyor. Ama kimse sakıncalarını konuşmuyor.
Toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarına nasıl ve neden karşı çıkılmalı? Neler yapılmalı?
Toplumsal cinsiyet eşitliği politikaları etnopolitik bir arka plâna dayanmaktadır. Ekonomik ve politik gerekçeleri vardır. Çoğunluğu Siyonist, Yahudi sermayesi olarak ifade edilen küresel çok uluslu şirketlerin, toplumsal cinsiyet eşitliği ile ilgili çalışmaları çok fazla. Türkiye’de de TÜSİAD bunun başında geliyor. Rockefeller, Open Condition, Coca Cola Company, Unilever gibi Zombie gibi. Yani küresel anlamda etkili şirketlerin neden toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarına destek verdiğini, kendisini emperyalist karşıtı olarak tanımlayan LGBTİ hareketlerinin emperyalizmle doğrudan ilişkisi olan bu küresel ekonomik ve politik güç odaklarıyla, neden ve nasıl bir ilişkiye girdiklerini çok iyi düşünmek gerekir. Bunun haricinde şunları söylemek mümkün. Toplumsal cinsiyet eşitliğindeki ‘şiddet’ kelimesi tanımlaması ve uygulaması son derece zor bir durum. Çünkü şiddet kelimesi şöyle diyor: İhtimali olan her şeyi şiddet tanımının içine alıyor. Bu yüzden sözleşme bilimsel anlamda da yanlış. Ayrıca şiddetin sebebi erkektir diyerek kadını erkeğe karşı tahrik etmek Yaratıcıya iftira etmek olur. Derneğimizin sitesinde araştırmalar, kitaplar mevcut. Çok ilginçtir toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarının en iyi uygulandığı ülkelerde, şiddet artmış, aile ilişkisi bitmiştir. Yani, toplumsal cinsiyet eşitliğinin uygulandığı bütün ülkelerdeki kriterler bizden daha kötü durumda. Ayrıca toplumsal cinsiyet eşitliğinin uygulanmaya başlanmasının üzerinden 6 yıl geçti. 2011 yılında 121 kadın öldürülmüşken, 2018 yılında yaklaşık 450 kadın ölmüş. Ve çok ciddi bir istatistik manipülasyon yapılıyor. Kadına şiddet, bir kadına sadece kadın olduğu için şiddet uygulamaktır. Ben asla kadınları suçlamıyorum. Kadınlarımızın baş tacı olduğunu savunuyorum. Ancak çocuk cinayetlerinde, çocuk cinayeti işleyen annelerin sayısı babalardan 3 kat fazladır. Biz bu veriden yola çıkarak anneleri ya da kadınları mı suçlayacağız? Oysaki şunu vurgulayarak ifade etmek isterim; İstanbul Sözleşmesi şiddetin önemli bileşenlerini alkolü, uyuşturucuyu, madde kullanımını, kumarı, psikiyatrik bozuklukları, popüler hayat tarzını görmezden gelmektedir. Sözleşmenin 80. maddesi bu sözleşmeye üye ülkeler tarafından, fes edilebileceğini garanti altına almaktadır. O yüzden biz diyoruz ki bu sözleşme toplumu hiçbir anlamda iyiye götürmemiş ve her anlamda da kötüye götürmüştür. O halde neden biz bu topraklarda kendi inancımıza, kendi değerlerimize dayalı fikirler projeler üretmeyelim? Farabi bizim değil mi? İbn-i Sina bizim değil mi? Gazali bizim değil mi? Onlarca kişi sayılabilir. Dolayısıyla çözümün inanç ve medeniyet değerlerine dayalı aile merkezli bir toplum, bir eğitim sistemi ve bir genel sistemden geçtiğini söylemek istiyorum.
*Röportaj: Şeyma Nur Çimen