Musibet, kelime itibariyle ‘isabet eden’ demektir. Terim olarak ise, Allah’ın kulunu imtihan gayesiyle sabrını denemek için verdiği bir takım sıkıntılı hallerdir. Bu bazen cana, bazen de mala gelen bir musibet olabilir. Hatta bazen de insanın dinine, imanına, ibadetine gelen manevi bir musibet olabilir. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri de “Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlâhiyeye iltica edip feryad etmek gerektir”1 der.
Maddî musibetler, hakikat noktasında musibet değildir
Cana ve mala gelen musibetleri, maddi musibetler zümresinden sayabiliriz. Cenab-ı Hak âyet-i kerimede “And olsun ki Biz sizi birtakım korkularla, açlıklarla; canlarınızdan, mallarınızdan ve mahmahsullerinizden eksiltmekle imtihan ederiz. Sabredenleri ise müjdele…”2 buyurarak kullarını böylesi musibetlerle imtihan edeceğini bildirmektedir.
Bu gibi musibetlerde kula düşen, tıpkı Hz. Eyyub Aleyhisselâm gibi sabır ve şükür içinde olmaktır. Zira maddi musibetlere isyan etmeden sabırla şükrederek mukabele ettikçe, kul daha kârlı çıkmaktadır. Peygamber Efendimiz (asm) bu anlamda, hadis-i şerifte meâlen “Mü’minin haline hayret edilir. Allah ona bir nimet verdiğinde şükreder, kazanır. Musibet verdiğinde sabreder, yine kazanır” buyurmaktadır.
Bediüzzaman Hazretleri de böylesi musibetlerin âhiret namına kul için daha hayırlı olduğuna dikkat çekmiştir. Zira insanı gafletten kurtarıp, ahiretine daha fazla çalışmasına vesile olmaktadır. Bu dünya da zaten asıl olarak ‘ücret ve lezzet alma yeri’ değil, tam tersine ‘mahall-i ubudiyet ve zahmet’tir. Yani ibadet yeridir, imtihan yurdudur. Böylesi musibetler, insanın kulluğu açısından daha kârlı sonuçlar doğurmaktadır.
Evet, cana, mala gelen musibetler, kısa dünya hayatında sıkıntılara sebep olsa da; sabretmek ve şükretmek şartıyla, insana ebedî hayatı açısından büyük kazançlar getirmektedir.
Maddî musibetlerin taşıdığı mesajlar
Bediüzzaman Hazretleri, insanın dinine, imanına, ahiretine zarar vermeyen, yani ebedî hayatını riske etmeyen, tam tersine sabır ve şükür şartıyla kulun ahiretine ciddi faydaları dokunan maddi musibetleri birkaç yönüyle ele almıştır:
1. “Bir kısmı ihtar-ı Rahmânîdir. Nasıl ki çoban, gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler ki, zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnunâne dönerler. Öyle de, çok zâhirî musibetler var ki, İlâhî birer ihtar, birer ikazdır.
2. Bir kısmı keffâretü’z zünubdur.
3. Bir kısmı, gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve zaafını bildirerek bir nevi huzur vermektir.
4. Musibetin hastalık olan nev’i, musibet değil, belki bir iltifat-ı Rabbânîdir, bir tathirdir. Rivayette vardır ki, ‘Ermiş bir ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşüyor; sıtmanın titremesinden günahlar öyle dökülüyor.’”3
Görüldüğü gibi Bediüzzaman Hazretleri maddi musibetleri hakikat noktasında musibet olarak görmemekte, bilakis rahmet yönü ağır basan haller olarak telakki etmektedir.
Musibetlerin ‘İlâhî bir ihtar ve ikaz’ olması
Bediüzzaman Hazretleri, musibetleri bir yönüyle ‘İlâhî birer ihtar ve ikaz’ olarak ifade etmiştir. Görünüşte musibet gibi gözüken birçok haller vardır ki, Allah’ın biz kullarına merhametinden gönderdiği ‘ikaz ve ihtar’ halleridir. Kula düşen, musibetin bu mesajını okuyup, kendine çekidüzen vermektir. Hatta böylesi bir ikaz aldığı için Rabbine şükretmektir.
İkazlar bazen şahsî musibetler şeklinde gelebildiği gibi, ‘umumî musibetler’ halinde de gelmesi mümkündür. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri deprem, tufan, taun ve kuraklık gibi felâketleri, ‘umuma ikaz ve ihtar manasında gelen musibetler’olarak yorumlamıştır. Mesela bir yerde depremle ilgili olarak ‘küre-i arzın benîâdem’den, bâhusus ehl-i imândan beğenmediği bir kısım etvâr-ı gafletin sıklet-i mâneviyesinden omuz silkmeye benzeyen zelzele’ ifadesini kullanarak, yerin titremesini insanların ve özellikle ehl-i imanın Allah’ın rızasına uymayan birtakım halleriyle irtibatlandırmıştır.
Bu cümleden olarak, iman-Kur’ân hizmeti olan Risâle-i Nur eserlerinin neşrine çıkarılan engeller zamanında gelen deprem, sel, kuraklık gibi musibetleri de, Bediüzzaman Hazretleri ‘İlahi bir ikaz ve ihtar’ manasında yorumlamıştır.
“İlâhî ikaz” yorumu bütün semâvî dinlerde mevcut
Felâket ve musibetlerin birer İlâhî ikaz veya gazap olduğu inancı aslında bütün semavî dinlerde mevcut. Kaynağı mukaddes kitaplar.
Nitekim önceki yıllarda dünyanın çeşitli yerlerinde yaşanan âfetlerde de farklı dinlerin önde gelenleri “İlâhî ikaz/ceza” yorumu yapmışlardı. Uzakdoğu’yu vuran tsunami, Haiti depremi, Amerika’da yaşanan kasırga felâketleri, bunun ilk anda hatırladığımız örneklerinden bazıları.
Yine 2014 Mayıs ayında Bosna, Karadağ ve Sırbistan’da gerçekleşen ve yüzlerce kişinin can verdiği sel felâketleriyle ilgili olarak da, oralarda yaşayan Hıristiyan din adamları aynı yorumları yapmışlardı. Meselâ Karadağ Patriği Amfilohije, 50 kişinin ölümüne, milyarlarca dolarlık maddî zarara yol açan sellerin tesadüf olmadığını, tam tersine bir uyarı olduğunu söylemiş ve aynı sene içinde gerçekleşen Eurovision şarkı yarışmasında birinci olan eşcinsel şarkıcıyı kastederek, “Allah yağmurları insanlara vahşi yönlerine kapılmamaları konusunda bir uyarı olarak gönderdi” demişti. Aynı olaylarla ilgili olarak Ortodoks Sırp Patriği Irinej ise, “Allah’ın eşcinsel toplumun günahları için Sırbistan’ı cezalandırdığını” söylemişti.4
Buna benzer pek çok örnek verilebilir.
Günah, fısk, zulüm ve isyanlarını azgınlık boyutuna taşıyan kavimlerin nasıl helâk edildikleri, Hz. Nuh, Hud, Lût ve Salih Aleyhisselam gibi peygamberlerin kıssalarında detaylarıyla anlatılıyor.
Bunların hepsi, ibretli İlâhî gazap örnekleri…
Musibetlerin günahlara kefaret olması
Peygamber Efendimiz (asm) “Mü’min, bir diken batışı veya ondan daha küçük bir musibetle veya bir ağrıyla sıkıntıya düşerse, Allah bununla mutlaka onu bir derece yükseltir. Ve ağacın yaprağını döktüğü gibi onun günahını düşürür”5 buyurmaktadır.
Evet, musibetler, bir yönüyle, gerek şahsî kusurlarımıza, gerekse toplum olarak işlenen hata ve günahlara umumî musibet olarak gelip, hem ‘ikaz ve ihtar’, hem de ‘günahlara kefaret’ niteliği taşıyabilmektedir.
Bediüzzaman Hazretleri de, bir kısım musibetlerin ‘günahlara kefaret’ olarak geldiğini ifade etmiştir. Meselâ, umumî bir musibet olan I. Dünya Savaşı’nın yaşandığı yıllarda, “Musibet, cinayetin (günahların) neticesi, mükâfatın mukaddemesidir. Hangi fiiliniz ile kadere fetva verdirdiniz ki, şu musibetle hükmetti. Musîbet-i âmme ekseriyetin hatasına terettüb eder. Hazırda mükâfatınız nedir?” şeklindeki bir suale verdiği cevap, bunun dikkat çekici bir örneğidir:
“Üç mühim erkân-ı İslamiyedeki ihmalimizdir: Salât (namaz), savm (oruç), zekât. Zîra, yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş vakit namaz için Hâlık Teala bizden istedi; tembellik ettik; beş sene, yirmi dört saat talim, meşakkat, tahrik ile, bir nevî namaz kıldırdı. Hem, senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi; nefsimize acıdık. Keffareten, beş sene oruç tutturdu. On’dan, ya ‘kırk’tan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekât istedi; buhl (cimrilik) ettik, zulmettik; O da bizden müterakim (birikmiş) zekâtı aldı.”6
Her musibet günahlardan dolayı mı gelir?
Burada akla gelen bir soru şudur: Bütün musibetler günahlara kefaret olarak mı gelir? Veya başka bir ifadeyle, her musibet günah(lar)ın neticesi midir?
Bu meseleye de, yine İkinci Lem’a’da, insanın musibetlerde üç yönden şikâyete hakkı olmadığının izah edildiği bölümde açıklık getirilmektedir.
Bediüzzaman Hazretleri, insanların musibetlerde şikayete hakları olmadığının birinci sebebini açıklarken; her şeyin Allah’ın isimlerinin tecellisinin gereği olduğuna dikkat çekerek, “Mülk Sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder” kaidesini aktarmıştır. Yani Allah pek çok isimlerinin iktizası olarak kulunu halden hale sokup terbiye eder. Rezzak ismi ‘açlığı’, Şâfî ismi ‘hastalığı’ gerektirdiği gibi Kahhar, Cebbar gibi isimlerinin iktizası olan birtakım haller de olacaktır.
O halde bir kula isabet eden musibetin ille de bir günahının neticesi olması gerekmiyor. Zira, en başta, Allah kulu üzerinde esmâsının gereği, dilediği gibi tasarruflarda bulunur. Mülk O’nundur, teslim olmak gerekir.
Nitekim insanların musibetlerde şikâyete hakkı olmadığının ikinci sebebinde de “Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder, vazife-i hayatiyeyi yapar”7 denilerek, yine bu hususa işaret ediliyor.
Öte yandan “En ziyade belâ ve musibetlere maruz kalanlar peygamberlerdir. Sonra evliyalar, sonra da derecelerine göre Allah’ın diğer salih kullarıdır”8 rivâyeti de bunu gösteriyor. Musibetler her zaman bir günahın neticesi olarak gelseydi, elbette bu, peygamberlerin ‘ismet’ sıfatıyla da çelişen bir durum olurdu. Nitekim şu hadis-i şerif, bu manayı tamamlayıcı niteliktedir:
“Allah kul için önceden manevi bir makam takdir etmiştir. Kul eğer ameliyle o makama ulaşamıyorsa, Allah ona bedeni, çoluk çocuğu ve malıyla ilgili bir musibet verir. Sonra da daha önce takdir ettiği makama ulaşması için onu buna karşı sabırlı kılar.”9
Demek oluyor ki, musibetler sadece günahlara bir ceza olarak gelmeyebilir, aynı zamanda kul için sabretmek şartıyla manevi mertebelerde yükselmeye vesile olan kaderî tecellilerdir.
Umûmî musibetlerde zarar gören masumların ne suçu var?
Toplumsal hataların veya günahların neticesi olarak gelen ‘umumî musibetler’le ilgili akla gelen birtakım sorular olmaktadır. Bunlardan ilk akla gelen ve en çok sorulanı: “Masumların, hatasızların ne günahı var ki, bu musibetlere maruz kalıyorlar?”
Bu ve benzeri sorular, bir deprem sonrası Be
diüzzaman’a da sorulmuş, o da cevaplandırmıştır. Risâle-i Nur’a ‘On dördüncü Sözün Zeyli’ olarak giren ilgili bahiste yer alan o suallerden biri şöyle: “Bazı eşhasın (şahısların) hatasından gelen bu musibet bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir?”
Cevap: “Umumî musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın (insanların çoğunun) o zalim eşhasın harekâtına fiilen veya iltizamen (taraf tutarak) veya iltihaken (katılarak) taraftar olmasıyla manen iştirak eder, musibet-i âmmeye sebebiyet verir.”
Bu cevap üzerine bir sual daha sorulur:
“Madem bu zelzele musibeti hataların neticesi ve keffâretüzzünubdur (günahları temizleyen bir kefarettir). Masumların ve hatasızların o musibet içinde yanması nedendir? Adaletullah (Allah’ın adaleti) nasıl müsaade eder?”
Cevabın başında, işin bu cihetinin kader sırrıyla ilgili olduğunu ifade ile, okurları Kader Risalesi’ne havale eden Said Nursî, devamında “Bir belâ ve musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zalimlere mahsus kalmayıp, masumları da yakar”10 mealindeki âyeti aktarıyor.
Ardından bu dünyada imtihan sırrının gereği olarak hakikatlerin perdeli kaldığını, böylece müsabaka ve mücadele ile Ebu Bekir’lerin âlâ-yı illiyyîne çıktığını, Ebu Cehil’lerin de esfel-i sâfilîne düştüğünü belirten bir izah yapıyor ve “Masumlar böyle musibetlerde sağlam kalsaydı, teklif ve imtihan sırrı bozulurdu” diyor.11
Masumların rahmetten hissesi nedir?
Bediüzzaman Hazretlerinin “O biçare mazlumların rahmet ve adaletten hisseleri nedir?” sualine verdiği cevap da şöyle:
“O musibetteki gazap ve hiddet içinde, onlara bir rahmet cilvesi var. Çünkü o masumların fâni malları, onların hakkında sadaka olup, bâki bir mal hükmüne geçtiği gibi, fâni hayatları dahi bir bâki hayatı kazandıracak derecede, bir nevi şehadet (şehitlik) hükmünde olarak, nisbeten az ve muvakkat (geçici) bir meşakkat ve azaptan büyük ve daimî bir kazancı kazandıran bu zelzele, onlar hakkında, ayn-ı gazap içinde bir rahmettir.”12
Umumî musibetlerle ilgili “İlâhî ikaz” yorumları yapıldığında “Kullarını rahmetiyle kucaklayan değil, gazabıyla ceza veren ve bunu yaparken ma
masumları da işin içine katan bir Allah imajı veriliyor” gerekçesiyle karşı çıkanlar, yukarıdaki satırları özellikle okumalılar.
Ki, bütün olarak bakılırsa, bunca zulüm, günah ve isyana rağmen ikaz ve cezalar istisna, rahmet tecellîleri ise genel ve daimîdir.
Umûmî musibetler, umûmî tevbe gerektirir
Umumî musibetlerin toplumun çoğunluğunun hatasından ileri geldiğini ifade eden Bediüzzaman Hazretleri, böylesi musibetlerin def’i için yine toplumun çoğunluğunun hatadan dolayı pişmanlık göstererek tevbe istiğfar etmesi gerektiğini söylemiştir. Mesela yağmursuzluk ve kuraklık musibeti karşısında toplumun ekserisinin tevbe ve nedamet hali yaşaması gerektiğini ifade ettiği bir lahika mektubunda daha detaylı olarak şunları söylemiştir:
“Yağmursuzluk bir musibettir ve ceza-yı amel bir azaptır. Buna karşı, ağlamakla ve hüzün ve kederle, niyaz ve hazinane yalvarmakla ve pek ciddi nedamet ve tevbe ve istiğfar ile karşılamak ve sünnet-i seniyye dairesinde, bid’alar karışmadan, şeriatin tayin ettiği tarzda dergâh-ı İlahiyeye iltica etmek ve dua ve o hale mahsus ubudiyetle mukabele etmektir. Hem böyle umumî musibetler, ekser nâsın hatasından geldiği cihetle, o insanların ekseri (kısm-ı azamı) tevbe ve nedamet ve istiğfar etmekle def olur.”13
Dipnotlar: Bediüzzaman Said Nursî/ Lem’alar Bakara Suresi/ 155 Age/ s. 27. Vatan gazetesi, 24.5.14 Câmiü’s-Sağîr, 1:1208 Bediüzzaman Said Nursî/ Tarihçe-i Hayat Bediüzzaman Said Nursî/ Lem’alar Hadis-i Şerif meâli, el-Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, 1:519, no: 1056; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:343; Buharî, Merdâ: 3; Tirmizî, Zühd: 57 Câmiü’s-Sağîr, 1:377 Enfal Suresi/ 25 Bediüzzaman Said Nursî/ Sözler Age. Bediüzzaman Said Nursî/ Emirdağ Lâhikası Kaynak: Yeni Asya Neşriyat/ Musibetlerin Dili
Musibetlerin günahlara kefaret olması kısmının 4. Bölümünde ” beş namaz” ifadesi ” beş vakit namaz “olarak düzeltirmisiniz . Selam ve dua ile kalın…