M. Emin Yıldırım beyefendi ile her biri birer yıldız olan Sahabe efendilerimiz ve Sahabe mesleği üzerine bir sohbet gerçekleştirdik. İstifadeye medar olması duasıyla…
Bir dönem Anadolu’da şehir şehir dolaşıp, Sahabeleri anlattınız. Ummandan katre misal, Sahabe nedir, kimdir buradan başlayalım.
Sahabe dediğimiz o güzide nesil, Efendimizin (asm) terbiyesinde yetişmiş ve onun mübarek ellerinde Kur’ân’la yoğrulup belli bir kıvama gelmiş. Tabi o nesil üzerinden Cenab-ı Hak bu aziz dinin nasıl yaşanacağına dair en önemli kodları bize öğretiyor. Tabiri caizse eğer Kur’ân bir ecza dolabı, Rabbimiz orada insanlığını ihtiyacı bulunan şifaları, ilaçları o ecza dolabına yerleştiriyor, o yerleştirdiği o ecza dolabının nasıl kullanılabileceğini bize Peygamber Efendimiz (asm) gösteriyor. Ama Sahabe dediğimiz nesil de o ilaçlar kullanılınca nasıl iyileşilebileceğinin yolunu ve yöntemini gösteriyor. Dolayısıyla biz Sahabe efendilerimizden hangi birinin hayatına bakarsak bakalım ideal kulluğu öğrenmiş oluruz. Yani “Nasıl bir kulluk yaşarsak Rabbimiz bizden razı ve memnun olur?” sorusunun cevabıdır aslında Ashab-ı Kiram efendimiz.
Sahabe efendilerimiz dinimizin bir parçasıdır. Sahabe denilen nesil, Rabbimiz, Resulullahla (asm) ve bizim aramızda bir din köprüsünü kuruyor. O yüzden onlara her zaman için selâmlarımızı, dualarımızı göndeririz. Malum hangi birinin adını anarsak analım “Radiyallahu anh” yani “Allah onlardan razı olsun” diye anarız. Çünkü o razı olma meselesi onların elde ettikleri makamın adı. Onları ne kadar anlarsak, tanırsak aslında o kadar Rabbimizin bizden razı olacağı yolu ve yöntemi tam anlamıyla kavramış oluruz.
Peygamber Efendimizin (asm) “Sahabelerime dil uzatmayın” tarzında uyarısı da çok ibretli.
Neden? Çünkü dini, Kur’ân’ı, sünneti bizlere taşıyanlar onlar. Sahabe hakkında olumsuz kanaat zihinlerde oluşursa, kalplerde onlarla kurulması gereken bağ, tam anlamıyla kurulmazsa, Allah korusun din dediğimiz yapı zedelenir. Dolayısıyla biz hangi Sahabe efendilerimiz olursa olsun, onları konuştuğumuz zaman, hayırla yâd etmek durumundayız. Tabi bu, şu demek değil; Sahabe-i Kiram kusursuzdu, hiçbir hataları yanlışları yoktu. Böyle bir şeyi zaten hiç kimse söylemez. İsmet sıfatı sadece ehl-i sünnet vel-cemaat akidesinde peygamberlere verilen bir sıfattır. Sahabelerin de bazı hataları olmuştur. O hatalar Kur’ân’a da girmiştir. Ama biz o hataları konuştuğumuz zaman bile yine de edebimizden, onlara karşı olan duruşumuzdan, onların dünyamızda olması gereken değerlerinden, aykırı bir şey söylemememiz gerekir. Kimi konuşursak konuşalım -ki öyle der bizim âlimlerimiz- onlar altın bir silsile. En üstünde Hz. Ebubekir (ra) en aşağısında da Hz. Vahşi (ra) durur. Hz Ebubekir’den (ra) Hz. Vahşi’ye (ra) kadar hangi Sahabe efendimizi anarsak analım bu hayırla yâd etme meselesini unutmadan anarız ki, onların o güzelliklerinden daha fazla istifade etmiş olalım.
Sahabe efendilerimiz neden ayrı bir zümre, ayrı bir tabaka?
Bediüzzaman Hazretlerinin kullandığı bir ifade vardır. Kendi hizmetlerini de zaten ona benzetiyor, Sahabe mesleği diyor. Tabi buradaki kullanılan meslek ifadesi; işte bir terzilik, bir marangozluk, bir çiftçilik gibi değil. Bu benzetmenin iki temel esası vardır. Bunu anlarsak, o güzide nesli çok daha iyi anlamış oluruz. Bir tanesi şu; Sahabe-i Kiram kendileri için yaşamadılar. Hep başkalarını yaşatmak için yaşadılar. İkinci mesele de; onların kurtulma dertleri vardı. Kurtulma dertleri olduğu için, kurtarma adına çırpındılar. Bugün biz bu iki meseleyi ciddi bir biçimde anlarsak, aslında Ashab-ı Kiram efendilerimizin tebliğ, cihad, ilim, irşad mücadelelerini daha iyi anlamış oluruz. Bakın hepimizin bildiği bir hakikat var. Efendimizi (asm) Veda Haccında dinleyen Sahabe sayısını bazı kaynaklar yüz yirmi dört bin civarı derler. Ama bugün biz çok iyi biliyoruz ki bugün Mekke’de Medine’de toplasanız, on bini biraz geçkin Sahabe efendilerimiz medfun. Geri kalan yüz bini aşkın Sahabe efendilerimiz nerede diye merak edip araştırdığımızda onların dünyanın dört bir tarafına ila-i kelimetullah sancağını götürme sevdasıyla yanıp tutuştuklarını, Allah Resulünün beldesini, -o belde ki Medine-i Münevvere en nurlu şehir- terk ettiklerini ve büyük fedakârlıklar yaparak dünyanın dört bir tarafına tohumlar gibi saçıldıklarını görüyoruz. Bugün Anadolu’nun neresine giderseniz gidin. Bir Sahabenin, ya hatırasına, ya makamına, ya tarihte yaşamış olduğu bir güzelliğe ya da bizatihi kabrine şahit oluyorsunuz. Sadece bu Anadolu ile de sınırlı değil. Azerbaycan, Ermenistan, İran, Irak ta hatta Çin’e kadar uzanmış bir Sahabe coğrafyasından bahsediyoruz. Bu güzide insanlar Allah Resulünün (asm) mübarek ellerinden bu işin terbiyesini öğrenmiş olan, yüreklerinde bir yaşatma arzusu, iştiyakı tutturdular. “Biz rahatlarımızdan vazgeçelim ki insanlık rahata ersin, biz rahatlarımızı terk edelim ki insanlığa risaletin mesajları ulaşsın” diye bir sevda ile dünyanın dört bir tarafına dağıldılar. Ve onların hepsi Allah Resulünün (asm) övgüsüne mazhar olmalarına rağmen, birçoğu bizatihi Peygamberin mübarek dilinden cennetle müjdelenmiş olmalarına rağmen, ‘biz ne de olsa cennetle müjdelendik’ demediler. O cennetle müjdelenmenin altını doldurma adına, kurtulma dertleri olduğu için kurtarmak için çırpındılar. Ve hiçbir engele, bahaneye takılmadan ne kadar çok insanı Kur’ân’la, imanla, İslâm’la tanıştırırız diye bir feryatla tutuştular. Biz o feryadın neticesinde, Hz. Osman (ra) devrinde İslâm 3 kıtaya ulaştı. Bugün 8 milyarlık dünya nüfusunda, eğer 2 milyarı aşkın Müslüman varsa ve bugün dünyanın neresine giderseniz gidin, bir ezan sesi duyabiliyorsanız, Müslümanların varlığına şahit olabiliyorsanız, bu Sahabe çabasının ve gayretinin neticesidir. Dolayısıyla biz Sahabe mesleği dediğimizde bu mesajları almak durumundayız.
Onların Peygamber Efendimizden (asm) aldıkları, kendilerine has bir eğitim metotları vardı. Bu noktada Dârü’l-Erkam’dan bahsedebilir miyiz?
Efendimizin (asm) mürebbisi Allah’tı ve Kur’ân da Efendimizi (asm) belli bir noktadan, çok başka bir noktaya taşıdı. Efendimiz (asm) kendi gördüğünü de Sahabeye uyguladı. Ve o uyguladığı eğitim metodunun da üç temel esası vardı. Birincisi; sağlam bir biçimde akide dediğimiz inanç yani iman hakikatlerini öğrendi ve öğretti. İlk ve en mühim ders buydu ve bu ders 23 yıl boyunca nübüvvet süresince hiç gündemden düşmedi. Çünkü iman en büyük hakikat, o büyük hakikatin altı çok iyi kavranmak durumundaydı. Efendimiz de (asm) adeta imanın hakikatlerini Sahabenin damarlarına içirdi. Nasıl ki kan insanın damarlarında dolaşır, iman da Sahabenin damarlarında öyle dolaştı.
Sonra onların akıllarını eğitti. Kavramlara, Allah’ın yüklediği manâları yüklediler. Artık onlar Arapça konuşuyor olsalar bile, Dârü’l-Erkam’da olmayan bir Arap ile aynı dili konuşmalarına rağmen aynı şeyleri kast etmiyorlardı.
Üçüncü safhada ise ruhlar eğitildi. Orada da irade sağlamlaştırıldı ve Kur’ânî bir ahlâk inşa edildi. Ahlâk sadece bir alana sıkıştırılmadı. Şuanda İslâm toplumları olarak bu noktada çok ciddi bir sıkıntı içerisindeyiz. Ahlâk deyince bizim aklımıza hemen iffet geliyor, iffet deyince de kadın. Bu doğru bir şey değil. Ahlâk Müslüman’ın hayat tarzıdır. Öyle bir hayat tarzı ki, hayatın her alanını adaletle hükmetmek, emanete riayet etmek, sadakati, liyakati öncelemek gelir. Bu tarz şeylerin hepsi ahlâkın içerisindeydi. Efendimiz (asm) bir İslâm şahsiyeti oluştururken, Sahabenin şahsında bu ahlâkı bir kanaviçe işler gibi işledi. Hayatının hiçbir alanını da boş bırakmadı, her alanına da temas etti. Dolayısıyla bugün Sahabenin eğitim metodunu yeniden anlayıp, kendi hayatlarımıza taşımaktan başka bir kurtuluşumuz yok. Ümmetin gelip tıkandığı en önemli süreci yaşıyoruz. Tabiri caizse eğer kalp damarları tıkanmış gibi. Bu damarlarının açılabilmesi için bize bir Sahabe nefesi lazım. Bu Sahabe nefesi de ancak onların geçtiği eğitim metodunun çok iyi anlaşılarak bugünün dünyasına taşınmasıyla mümkün olabilir.
Belki onlara yetişmek mümkün değil ama onlar gibi yaşama noktasında o mesleğin inceliklerini okuyacağız o zaman, değil mi?
Okuyacağız, anlayacağız, tefekkür edeceğiz. Dediğiniz şey insibağ yani boyalanmaktır. Onlar sohbet-i Resulde bulunarak, Allah Resulünün sohbetiyle boyalandılar. Oradan kendi dünyalarına bir şeyler taşıdılar. Biz de eğer onların sohbetlerini devam ettirirsek, hayatları hakkındaki bilgilere ulaşırsak, o konuda yapılmış çalışmalardan istifade edersek, Allah’ın izniyle biz de o boyayla boyanmış oluruz. Mesela Ahzâb Suresi’nde Peygamberimizin hanımları için söylenen bir şey var “Nebi Mü’minlere kendi öz canlarından daha önceliklidir, daha evladır. Ve o nebinin hanımları da Mü’minlerin anneleridir.” Bizler de mü’miniz Elhamdülillah. O yüzden annelerimizi tanır gibi, o annelerimizi tanımamız lazım. Peygamberin o hanımları ki, muallimeleri, onlar yetiştirdiler
Eğer biz onların dünyasını kendi dünyamız kılmazsak, aramızdaki zaman ve mekân farklarına aldırmadan on dört asır sonra bile, gelsek Dar’ül Erkam’da sanki onlarla diz dize gibi bir insibağ oluşturamazsak, sadece onların üzerinden bazı şeyleri konuşmamız da yetmez. Manevi anlamda bizim böyle bir bağ kurmamız lazım. Onların çoğu şehittir, şehitler de ölmez. Allah katında rızıklandırılmaya devam ederler. O rızıklandırılmaların en güzel yansımalarından bir tanesi de kendilerini dost edinenlere o rızıktan pay vermeleridir. Biz de zaten Sahabeden pay almak için, bu gayreti vermek durumundayız. Dolayısıyla biz bugün İstanbul’da Eba Eyyub El-Ensarî’yi gidip ziyaret ettiğimiz zamanda, sadece orada kabirde yatan bir zatı ziyaret etmiyoruz. Allah Resulüne mihmandar olmuş bir güzide insanın mektebine talebe olmak için gidip ziyaret ediyoruz. Selâm veriyoruz, selâmımıza icabet ettiğini biliyoruz, öyle inanıyoruz. Dolayısıyla Sahabeyle kurmamız gereken bağı, biraz da bu çerçeveden değerlendirmek durumundayız.
Röportaj: Şebnem Zengin
Pingback: Ne mutlu ahlakı güzel olanlara | EuroNur · SaidNursi.de