23 Mart Bedîüzzaman Said Nursî Hazretlerinin dar-ı bekâya irtihal edişinin 60. sene-i devriyesi.
İnsanlığın son asırda vahiy dînine karşı küstahlaşması dolayısıyla girdiği bunalıma denk olarak, “Zikri biz indirdik ve O’nun koruyucusu da elbet biziz!”1 âyet-i celîlesinde beyan edildiği üzere; Cenâb-ı Hakk’ın, bu bunalımı mânevî boyutta göğüsleyen ve krizin vahameti ölçüsünde de fedâkârlığı yüksek olan bir mübelliğ ve müceddid gönderip, dininin yeniden ihyâsını temin etmesi, her şeyden önce O’nun rahmetinin eserlerindendir ve büyük hediyelerindendir.
Aslına bakarsanız, Hazret-i Âdem’den (as) itibâren insanlık vahiy dînine hemen her kulak vermeyişinde bunalımlara girmiş; hemen her bunalım döneminde de fedâkâr ve sâdık peygamberler tebliğ vazifesini sırf Allah rızâsı için îfâ etmişler.
Hazret-i Nûh (as) hakârete uğramak, taşlanmak ve öldürülmek2 tehditlerine rağmen tebliğ görevinde bir an tereddüt yaşamadığı gibi; Hazret-i İbrâhim (as) bu görevdeki sadâkat ve sebâtından dolayı ateşe atılmaktan çekinmemiştir. Tebliğ vazifesinde kavminin verdiği çile ve sıkıntılara; ölüm tehditlerine ve türlü sû-i kast plânlarına rağmen Hazret-i Îsa da (as), onun ümmetinden Habib-i Neccâr da (ra) muhatap olmuş; Hazret-i Îsa (as) Cenâb-ı Hakkın bir lütfuyla semâya yükseltilmiş3; Habib-i Neccâr ise kavmi tarafından şehit edilmiştir.4
Ya kavminin eziyet ve hakaretleri karşısında metanetini zerre kadar kaybetmeyen son peygamber Hazret-i Muhammed’in (asm); “Ey amcacığım! Güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseniz; ben dâvâmdan yine vazgeçmeyeceğim! Ya Allah bu dini hâkim kılar; ya da ben bu uğurda can veririm!” diye haykırışını unutabilir miyiz? Peki; müşriklerin işkencelerine karşı, “Ölümü göze alırım da, O’nun dinini asla bırakmam!” diyen; kızgın kumlara bastırıldıkça, “Allah birdir… Allah birdir…” diyen onun (asm) sevgili ashabı (ra) göz ardı edilebilir mi?
Tarih, îmân fedâkârlarının altın soluklarıyla hınca hınç doludur. Hazret-i Ebû Bekir’in (ra), “Allah’ım; benim vücudumu cehennem de öyle büyüt ki, hiçbir ehl-i îman için girecek yer kalmasın!” ifâdesi de akıllara durgunluk verecek cinsten bir yalvarış değil midir?
Son asra girdiğimizde insanlık, yine o dehşet dolu mânevî buhranlarından birisini yaşıyordu. Yalnız dünyayı değil; âhireti, cenneti ve maddî-mânevî her türlü makâmı fedâ edebilecek ve ehl-i îman yerine cehenneme girmeyi göze alabilecek bir mübelliğe ve müceddide ihtiyaç vardı.
Bedîüzzaman Hazretlerinin (ra) kendisi için hiçbir mânevî makâmı—mehdiyet dahil—telâffuz etmeyişi, böylesine bir fedâkârlıktan başka ne ile îzah edilebilir? O kutup mudur, gavs mıdır, mehdi midir, hangi makamdadır; bunu zikretmez; makamla, mansıpla meşgul olmaz. Yalnızca der ki: “Ben makam sahibi değilim! Ben sizin bir ders arkadaşınızım!”5 Kendisine Kur’ân’ın sırlı hakîkatlerini beyân etme yetkisi verilmiş6 ve îmân ilimlerinde fetvâ vazifesiyle görevlendirilmiş7 bir âlim olan Bedîüzzaman, vazifeye bağlılığı ve istikameti “makam” olarak yeterli görür.
Bedîüzzaman; kimi zaman, Kur’ân hizmetini maddî-mânevî makamlara ve uhrevî saadetlere âlet yapmaktan men edildiğini söyler8; kimi zaman, ehl-i îmanın cehenemden kurtulması için “Cehenneme girmeyi kabul ederim”9 beyanıyla tüylerimizi ürpertir. Gazeteci Eşref Edip’e verdiği beyanatta; “Ben, cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim! Gözümde ne cennet sevdası var; ne cehennem korkusu! Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin îmanı namına bir Said değil; bin Said fedâ olsun!”10 diye haykırışı hâlâ kulaklarımızda çınlamaktadır.
Bu vesileyle; ilim, fikir ve gönül ehlince anlaşılmayı bekleyen bâkir bir alanda vazgeçilmez eserler bırakan Bedîüzzaman Said Nursî Hazretlerini bir kez daha rahmet ve minnetle anıyoruz.
Dipnotlar: 1- Hicr Sûresi, 15/9; 2- Şuârâ Sûresi, 26/116; 3- Âl-i İmrân Sûresi, 3/55; 4- Yâsîn Sûresi, 36/26; 5- Emirdağ Lâhikası, S.367; 6- Mektûbât, s. 357; 7- Mektûbât, s. 413; 8- Emirdağ Lâhikası, s. 317; 9- Emirdağ Lâhikası, s. 377; 10- Tarihçe-i Hayat, s. 544.