Kapak

Manevi eğitimin boşluğunu kim dolduruyor?

Validesinin, bir yaşına kadarki manevi telkinlerinin seksen yıllık hayatının temeli olduğunu belirten Bediüzzaman Said Nursi, anne faktörünün çocuk ve genç dünyasındaki yerini ne de güzel ifade etmişti. Böylece gençlik yıllarında ortaya çıkan inanca dair problemlerin temeline işaret etmişti.

Bu bilgiyi dünyama kattığımdan beridir, Kur’an’ı Müslümanların elinden almak veya Müslümanları Kur’an’dan soğutmak emelinde olan zındıka komitelerinin anneyi çocuktan uzaklaştırmak ve onun çocuk üzerindeki etkisini azaltmak için nice sinsi plânlar uygulayabileceklerine dair inancım güçlendi. Onun için bizim de içine düştüğümüz, küçücük yavruların annesinden ayrılırken ki kreş kapılarındaki gözyaşlarında hep, yuvalarından çıkmış annelere dönük bir arka plânın işlediği aklıma takılmıştır.

Risale-i Nur’un gençlerin manevi eğitimine katkısı denilince zihnim hemen beni çocukluk yıllarımda götürdü. Gençlik yılları sorgulaması bir öncesi dönem olan maddi ve manevi çocukluk yıllarına işaret ediyor. Okuma yazması olmayan annemin iman dersini bizlere çocukluk yıllarımızda, akılla tefekkür ettirerek, ‘Şu Allah’ın işine bakın ki, kemiğin içerisine koyduğu et parçasına duygu katarak görmemizi, işitmemizi, akletmemizi vermiş. Şu elimizdeki parmaklara, o parmakların boğumlarına bakın, eğer o boğumlar olmasaydı, bükülmeseydi bir şeyi tutup kaldırmak mümkün olur muydu? Sadece bunun için bile ne kadar şükretsek az değil mi Allah’a.’ derdi. Annemin güçlü bir imana ve kadim bir kültüre işaret eden bu cümleleri, ‘Medeniyeti, başparmağa borçluyuz.’ diyen düşünürün ufkundan geri değildi. Bugün yüksek diplomalılardan çoğu, onun diploması olmayan güçlü imanına yaklaşamıyorlar.

Belki de o temel, sonraki hayatımızdaki bütün gelişmelerin de belirleyicisi olmuş ve o zemin üzerine sonraki inanç yapıları oturmuştu. Bugün o anne figürlerine, anne inançlarına, telkinlerine dünden yüz kat daha muhtaç olduğumuz açık. Artık ücra köy ve kasabalarda bile pek çok Allah’ı bilmeyen, Peygamberi tanımayan yapılar görmek mümkün hale geldi. Sonrasında aşama aşama anneden, babadan okul hayatı hedefiyle uzaklaştık. O iman, o tefekkür elimiz, gözümüz, kulağımız kadar yakın olan günlük hayatta kendini göstermez oldu. Onun için Bediüzzaman Hazretlerine gelen liseli gençlerin sorduğu, “Ahiretimizi ne suretle kurtaracağız, bu kadar günahlara karşı nasıl mukabele edeceğiz, muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar…” türü sorular gün geçtikçe arttı. Bugün, ‘Karşımda müthiş bir yangın var, alevleri göklere yükseliyor, içinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor.’ diyerek helaketler çağına feryat eden Bediüzzaman, gençlerimizin içine düştüğü ateizm, deizm gibi ateşin yakıcılığını ailelere, ehl-i hamiyet eğitimcilere, nurun hadimlerine seslenerek duyuruyor.

Henüz küçük yaşlardan itibaren, ‘eti senin, kemiği benim’ anlayışıyla teslim edildiğimiz eğitim ortamlarımız tam da emanete ihanet gibi, içinde dinin, inancın, maneviyatın geçmediği, Allah’ı, yaratıcıyı hatırlatan kelimelerin bulunmadığı, aklı gözlerine inmiş, sadece gördüğüne inanan maddeci, materyalist zihniyetler milyonlarca masum zihinleri odun yığınları ile dolduruyorlar. Ve o gün bu gündür ilim adına, bilim adına içinde vicdan olmayan, haram helal bulunmayan, hak hukuk geçmeyen, ruhsuz hikayeler dinlemeye alıştık. İmanlı olan bir gencimiz Allah’ın en mükemmel sanatı olan insanın ilmini tahsil ediyor. Tıp okuyor. Ama onca eğitim hayatında ne Allah’tan, ne bu bedenin ve uzuvlarının Onun sanatı olduğundan bahsediliyor. Yani yüzlerce ilimlerin doğmasına, milyonlarca kitapların yazılmasına, yine bir o kadar ilim adamlarının yetişmesine vesile olmuş insan uzuvları anlatılırken kelimeler, ifadeler, yaklaşımlar tamamen tesadüflerin, sahipsizliklerin arasında kaybolup gidiyor. İmanlı olan ve hatta nur tezgahından da geçmiş pek çok alan uzmanları, ‘Allah’ın bu sanatı’ gibi bir ifadeyi kullanmaktan, mahalle baskısı sonucu cidden çekiniyor, kendini kötü hissediyor. Bırakın bu inançtan yoksun uluslararası bilim dilinin getirdiği güya zorunlulukları, Müslüman bir hoca, çoğunluğu Müslüman bir sınıfa girdiğinde dininin selamını vermekten çekinir bir halde. Bir taraftan da on yıllardır Müslüman idarecilerimiz, Müslüman kanun yapıcılarımız var. Sonra da biz, gençlerimiz neden dinden uzaklaştı, neden deizm yer buldu gibi tartışmaların içinde buluyoruz kendimizi.

Evet, yüksekokullar okuduk, yüksek makamlara geldik, ama gözünü kırpmadan anne babasının hayatına kasteden, korumakla görevli olduğu vatanına, milletine elindeki namluyu çeviren eğitimli (!) caniler türettik. Bu netice dinden kopuk ideolojik eğitimin millete en büyük armağanı oldu.

Peki çare nedir?

“Elbette bunlara karşı atom bombası gibi, bu dünyada onların temellerini parça parça edecek bir hakikat-i kudsiye lazımdır ki, onların tecavüzatını durdursun ve bir kısmını imana getirsin.” “İşte Cenab-ı Hakka hadsiz şükürler olsun ki bu zamanın tam yarasına bir tiryak olarak Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın bir mucize-i maneviyesi ve lemaatı bulunan Risale-i Nur, pek çok muvazenelerle en dehşetli muannid mütemerridleri, Kur’an’ın elmas kılıcı ile kırıyor ve kainat zerreleri adedince vahdaniyet-i İlahiyeye ve imanın hakikatlerine hüccetleri, delilleri gösteriyor ki, yirmi beş senden beri en şiddetli hücumlara karşı mağlup olmayıp, galebe etmiş.”, “Ehl-i dalaletin dünyada dahi Cehennemlerini ve ehl-i hidayetin dünyada dahi lezaiz-i Cennetlerini gösteren ve iman, Cennetin bir manevi çekirdeği ve küfür ise Cehennem zakkumunun bir tohumu olduğunu gösteren Nur’un o gibi parçaları…” İman ve Küfür Muvazenelerinde ifade edilmiş  ve çarenin adresini göstermiş.

Risale-i Nur,  Bediüzzaman’ın iki dehşetli hal olarak ifade ettiği; hazcı, hazırcı günümüz insanlarına, gençlerine cennet ve cehennem izahlarına girmeden imanlı bir insan olmanın bu dünyadaki maddi ve manevi kazanımlarına, lezzetlerine; Allah’ın “yapmayınız” diyerek koyduğu emirlere muhalefet edenlerin ise, bu kurallara uymamanın bu dünyadaki elemlerine, kederlerine; hapishanelere, hastanelere ve meyhanelere düşmüşleri dikkatlere sunarak örnek vermiş ve bu muvazeneler ve neticeleri akıllara havale edilmiştir.

Diğer taraftan da dinsizliğin manevi olarak insanlığı sardığı bu zamanında Nurun hakikatlerinin manevi mukabele ile atom bombası gibi bir tesiratının bulunduğunu; ateizm, deizm gibi dinsizlik akımlarının dinamiklerini kökünden kazıdığını ve eski zamandaki on on beş yıl tarikatlerle elde edilen imanı, on beş haftada nurların kazandırdığını yine akıllara seslenerek izah etmiştir.

Allah’ı inkar eden politikaların eğitim müfredatlarına girdiği veya Allah’ı anlatan derslerin ve eğitmenlerin artık o işi içeriğine inanmadan ve gereğini uygulamadan maaş için yaptığı, dindar öğretmenin de değişik şekillerde uygulanan politikalar sonucu değerinin örselendiği; din deyince, din hizmeti deyince insanların zihinlerinde saygın bir karşılık bulunmadığı bir süreçte, içerik boşalınca okul isimlerinin, ders isimlerinin de bir anlam ifade etmediği bir süreci hep birlikte yaşıyoruz.

Gençlerin manevi eğitimi deyince benim zihnime, evlatlarının ömürlerinden izleri hiç silinmeyecek olan imanlı annelerin manevi telkinlerinin yeniden hayata geçirilmesi, küfrün belini kıran Nurların önce hanelerde hayat bulması, bu temelin eğitim ortamlarında beslenmesi ve böylece insana, hayvana, bitkiye, varlığa Allah’ın birer sanat eseri, tefekkür malzemesi ilim gözüyle bakan anlayışların yaygınlaşması geliyor. Bu temeldeki boşluklar sonrasında ateizm, deizm olarak ortaya çıkıyor.

Bu gün, altmış farklı dünya diline tercüme edilmiş Risale-i Nurlar akla, kalbe, ruha hitap ettiğini, akıllı muhataplarını bulduğunu, her geçen gün aydın genç müştaklarının artarak devam ettiğini görmek ümit vericidir. Onun için Risale-i Nurlar sadece bir küçük haneyi, has bir vicdanı değil, bütün insanlığı içine alan, vicdanı-ı umumiyi kapsayan hakikatleriyle istikbalde en yüksek gür sedanın İslam’ın olacağının en güçlü habercisidir.

Gelecek, kuşun iki kanadı gibi din ve fen ilimlerini tahsil etmiş, okuyan, düşünen; özgür fikirli, kul şuurlu, başarılı, ortak akıl olan meşveretle adım atan, bir şahs-ı manevi içinde varlığını anlamlı bulan, nurlardan beslenmiş gençlerle şekillenecektir. Yeter ki, bu hakikatlere inananlar, İslam’ın güzelliklerini imanın hakikatlerini fiillerinde yaşasınlar. Sonrası kişiler, aileler, toplumlar, kıtalar bu hakikat güneşine duyarsız kalamayacaklardır.

Eğitimci Yazar Sebahattin Yaşar

Leave a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*