Düşünceler

Bekadan bir iz

Hiç bitmeyecek bir yolculukta bulduk kendimizi. Ve ona sahip olmayla başladı her şey dediğimiz. Bir kalp atışı ve nefes… Tek bildiğimiz bir can taşımaktı. Dış dünyayı algıladığımız kadarıyla, canlı olmak deyiminin ta kendisiydik. Bedenimizde gören göz değil de; o idi. İşiten kulaklarımız değil hakeza… İçimizde hissettiğimizdi belki de. Henüz mahiyetini bilmediğimiz emanetin anlamını bulmak için çabaladık. Elimizde tutamadığımız vaktin, içinde olduğumuz anında, onu kavramak! Kendimizi anlayabilmekti. Ve hakikat aynasında bulduk da.

Sevip- nefret ettiğimiz, hoşnut olup- rahatsızlık duyduğumuz. Yeri gelince nefes dahi alamıyormuşçasına sıkıldığımız, mutluluğa kavuştuğumuzda ise gökyüzünü kucaklamışçasına hafiflediğimiz… Hayallerimiz, rüyalarımız, yüreğimize dolan hisler, saatlerce dalıp gittiğimiz hülyalarımız… Cümlesinin ortak paydası âlemimizin rengine boyanan, ondaki tablomuz. O anki biz, o dakikadaki biz ve ardı sıra dizilmiş kendimiz…

Günler geçtikçe yamacımızdan uzaklaşır bizimle olanlar. Şimdilik buralarda olmayı, her daim sanıverip karıştırırız yer mefhumlarını. Zira ebede namzet olan bir varlığın, fani menzile uğramışlığındayızdır. Çoğu zaman faniliğe mahsustur dertlerimiz. Sınırlıdır. Devamsızdır. Zeval bulandır. Beden yaratılışı gereği çocukluktan ihtiyarlığa koşar. Bunun yanında duygularımız ve hissettiklerimiz de durmaksızın tahavvül eder. Dağarcığımızdaki bu geçici gölgelikte oyalanırken, sadece onun kayıtlı olduğu cesedimizin yıpranmışlığı değildir şüphesiz.

Fani, cüz’i ve muvakkat lezzetlerin bedelidir kalp ve ruhumuzda yaralar almak. Her daim cenk meydanında sapasağlam kalmak imkânsızdır. Tazeliğini yitirdiği olur düşüncelerimizin. Bazen öyle tuhaf hissederiz ki kendimizi tanımıyormuş gibi oluruz. Eskisi gibi olmayışımızı, onun eskiyişi sanırız yazık ki. Hâlbuki o hiçbir zaman eskimeyen, bakinin aynası ve sonsuza müteveccihtir. Yaşlanmış olan, yıpranan, bize ait olmayan işlere fazlasıyla ehemmiyet verişimizin çıkardığı sorunlardır. Sabrımızın, takatimizin eksilmesidir. Dermanımızın, gücümüzün tenakus etmesidir. Takatsizliğimizdir. Ve özü buralara doymayan o varlığımız nihayetinde incinir, kırılıp dökülür. Ve yine sanırız ki bu ona dair bir boşluk, ona ait bir çöküş.

Bedenimiz eskir. Üzerinden geçip gittiğimiz dünya eskir. Zamanlar ve mekânlar değişir. Hayatlar, imtihanlar çetrefilleşir. Dilimizde pelesenk olan ruhun yaşlanması. Pek de yerinde olmayan haliyle yansır izdüşümümüze. Ama asla yaşlanmış bir ruhumuzun olması ihtimali yoktur. Aynasından yansıttığı esma-i ilahiye adedince mahiyetini derk ederiz onun sadece. “Çocuk ruhlu” değil de, “büyük ruhlu” olduğumuzdur belki tebdil olduğumuz. Olması gereken de zaten budur. Âşık olduğumuz bekadır. Gideceğimiz bekadır. Ve bizde bekadan bir iz olan ruh vardır. Eskimemiştir. Taptazedir. İlk andan itibaren ne ise, odur. Ve şükretmek için yine bir sebebimiz olur.

“Kendine güvenen ve ebedî zanneden mağrur insan, zevale mahkûmdur. Sür’atle gidiyor. Hane-i insan olan dünya ise, zulümat-ı ademe sukut eder. Emeller bekasız, elemler ruhta bâki kalır.”

“Madem hakikat böyledir; gel ey hayata çok müştak ve ömre çok talip ve dünyaya çok âşık ve hadsiz emeller ile ve elemler ile mübtela bedbaht nefsim! Uyan, aklını başına al!”1

 

Dipnot

  • On yedinci Söz/ Kalbe Farisî olarak tahattur eden bir münacat

Nuriye Sağdıç

Leave a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*