Yrd. Doç. Dr. Kenan Taştan ile geçtiğimiz aylarda Yeni Asya Neşriyat’tan çıkan ve kısa sürede ikinci baskısı yapılan “Stres Yönetimi” kitabı üzerine istifadeli olduğunu düşündüğümüz bir sohbet gerçekleştirdik, keyifli okumalar.
Kitabınız çok keyifli, rahat okunabilen, hatta çocukların dahi istifade edebileceği bir kitap olmuş. Kaleminize, gönlünüze sağlık. Kitabımızın adı “Stres Yönetimi” biz de o zaman stres nedir? diye çok genel bir soru ile başlayalım.
Tıp literatüründe araştırdığınız zaman üç yüzden fazla stresin tanımını bulmanız mümkündür. Bu kadar çok tanımının yapılmasına rağmen, bilim camiasının üzerinde uzlaştığı bir stres tanımı tam olarak yok. Bununla ilgili yapılmış birçok çalışma var. Ama bence en kolay, “olaylar karşısında zorlanıyorum reaksiyonu” olarak tanımlıyorum ben. Herkesin çok rahat anlayabileceği bir şey ve günümüzde stresle ilgili eğer diğer kitabî tanımlara girecek olursak o zaman işin içerisinden hakikaten çıkamıyoruz. Bunu tamamen hastalık olgusu olarak algılıyoruz. O zaman bunun hem tedavisi, hem de olaylara bakış açımız değişiyor. Onun için ben sadece stresi akıllarda kalabilecek şekilde “olaylar karşısında zorlanıyorum reaksiyonu” şeklinde açıklamanın daha iyi olacağını düşünüyorum.
Çok güzel bir tanım. Kitabınızda pozitif stres, negatif stresten bahsediyorsunuz. Biraz bu kavramlardan bahsedebilir miyiz?
Kitabımızda stres hakkında yanlış bilinen doğrular veya doğru bilinen yanlışlar şeklinde bazı bölümler var. Biz zannediyoruz ki stres dediğimiz şey tamamen hayatımıza girdiği andan itibaren bizi negatif olarak etkileyecek, bize hastalık olgusu olarak geri gelecek, sıkıntı oluşturacak. Her kavramı stres hakkında inceliyoruz aslında ve bu da doğru değil. Çünkü dikkat ederseniz dünya şampiyonları, olimpiyat şampiyonları rekor kırdıkları zaman bu rekorları hiçbir zaman antrenmanlarda kırmıyorlar. Bunları illaki bir organizasyonda heyecanın dorukta olduğu, kendilerini pozitif anlamda daha çok enerji verecek ortamlarda kırıyorlar. Pozitif stres dediğimiz şey insanın heyecanını arttıran, hedefine kilitlenmesini daha kolaylaştıran bir unsurdur. Bu noktada genel yaşantımıza baktığımız zaman başardığımız birçok olayı stresin hafif tetiklediği durumlarda başardığımızı görürüz. Yoksa Seyit Onbaşının o 276 kilogramlık gülleyi tam 3 kere kaldırmasını ve daha sonra komutanı tarafından, aynı gülleyi İngiliz Komutanın yanında kaldırmasını teklif ettiğinde kaldıramamasını açıklayamayız. Dolayısıyla stres bizim yaşantımızda doğru kullanıldığı zaman, daha doğrusu doğru yönetildiği zaman bize çok artı sağlayabilecek bir unsurdur. Bununla birlikte eğer bir insan 1 birim üzülmesi gereken şeye 3 birim ve ya 5 birim üzülürse işte o zaman negatif stresten bahsedebiliriz. O zaman hastalıktan bahsedebiliriz. Mevlana’nın tabiri ile hani diyor ya; “Her ovuşta sinirlenirsen böyle sen, aynan nasıl temizlenecek?” İşte o zaman sıkıntıya sebebiyet verecek bir stresten bahsedebiliriz.
Evet, stres bazen maddî hastalıklara sebep olabiliyor, bundan kaynaklı psikomatik rahatsızlıklar ortaya çıkabiliyor. Biz bir birim stresi dört birim yaşadığımızda, bu problemi aşmak adına yapabileceğimiz şeyler nelerdir?
Stres yönetiminde ilk kural, yani olmazsa olmaz olan şey, bizim olaylara bakış açımızdır. Biz şu cümleyi hep duymuşuzdur. “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.” Bunu Facebook’da, Twitter’da yazmışızdır, gündelik pratiğimizde çok fazla konuşmuşuzdur. Geneli kastederek söylüyorum ki, altındaki manayı çok düşündüğümüzü zannetmiyorum. Bir insanın olaylara bakış açısı, olaylar hakkındaki değerlendirmesi ve stres katsayısı ile doğrudan bağlantılı bir şey. Bakın ben 1999 depremine ilk gidenlerden biriydim. Değirmendere yüz metre kıyıdan denizin altında girmiş bir bölgeydi. O dönemde şuna şahit oldum, evi, arabası aynı zamanda 3 çocuğundan 2 tanesi ve eşi göçük altında kalmış. Son çocuğu da göçük altında yaşıyor mu, yaşamıyor mu belli olmayan, tüm varlığını kaybetmiş, eşini kaybetmiş, çocuğunu kaybetmiş bir insana baktığınız zaman evet ağlıyordu, üzülüyordu ama “Elhamdülillah, O verdi O aldı” diyordu. Üzülüyordu ancak bu üzüntüsü onun stres kat sayısını çok çok fazla arttırmıyordu. Ama ben şuna da şahit oldum. Depremde sadece bir tek arabası göçük altında kalmış. Başka hiçbir zarara uğramamış bir insanın kadere isyan ettiğini, başına gelen olaylara isyandan dolayı sinir krizleri geçirdiğini, bizim onu ilaçlarla sakinleştirmek zorunda kaldığımıza da şahit oldum. Yani bir insanı strese sokan şey aslında yaşadığı olaylar, yaşadığı durumlar değil. Ona yüklediği anlam. Siz ona nasıl bakıyorsunuz? Nasıl değerlendiriyorsunuz? Kısa bir anekdot anlatmak istiyorum bununla ilgili. Bunu daha önceki bir kitabımda yazmıştım “Stres yönetimi”nde yok yanılmıyorsam. Amerika’da gazeteci bir kadının dikkatini iki tane kardeş çekiyor. Bunlardan bir tanesi insan öldürmüş, hırsızlık gibi yapılmayacak her şeyi yapmış ve elektrikli sandalyeye mahkûm olmuş bir insan. Bir diğeri de Amerikan’ın başka bir eyaletinde yılın savcısı seçilmiş. Şimdi gazetecinin çok tabii dikkatini çeken bir olay bu. Hemen kâğıdını, kalemini, kayıt cihazlarını alıyor, ilk kardeşin yanına gidiyor ve diyor ki; “Neden siz hapishaneye düştünüz, ne oldu ki elektrikli sandalyeye mahkûm oldunuz?” vatandaş anlatıyor ki; “Benim babam üçkâğıtçı, ayyaşın tekiydi. Bizi, annemi her gün döverdi. Bizi zorla çalıştırırdı kazandığımız parayı alırdı. Ben hayatım boyunca sevgi namına bir şey görmedim ki, ben üçkâğıtçı, ayyaş, zanlı, cani olmayacaktım da soruyorum size kim olacaktı?”Gazeteci kadın bunları not alıyor ve öbür kardeşin yanına gidiyor, ama diğer kardeşle görüştüğüne dair bilgi vermiyor. Diyor ki “Efendim Amerika da bu kadar savcı var. Sizin ne özeliğiniz var. Siz çok üstün zekâlı bir insan mısınız, çok mu dehasınız? Neden yılın savcısı siz seçildiniz?” O kardeş de aynı olayı anlatıyor “Benim babam ayyaş, üçkâğıtçının tekiydi, her gün annemi döverdi. Bizi zorla çalıştırırdı, paramızı alırdı. Evde elektrik olmadığı için, ben geceleri sokak lambalarının altında ders çalışırdım. Benim kurtuluşum için bir tek şans vardı o da okumaktı. Şimdi ben size sorarım ben başarılı olmayacaktım da kim başarılı olacaktı?” Şimdi bakın olay aynı olay ancak yüklenilen anlam farklı. Dolayısıyla bizim çoğumuzun yaşadığı stres olayı da bu. Birbirimize şikâyetlerimizinden, sıkıntılarımızdan bahsederken biz daha çok isyanvari bahsediyoruz. Rahmetli Bekir Berk Ağabey’in çok ciddi, son dönem dediğimiz terminal döneminde şiddetli ağrıları oluyormuş. Doktor soruyor “Ne şikâyetiniz var?” Bekir Ağabey diyor ki “Şikâyetim yok sadece ağrılarım var.” Şimdi bu üslup çok güzel bir üslup. Kimi kime şikâyet ediyoruz. Öyle değil mi? Ağrımın olması, rahatsızlığımın olması bir bulgudur. Şikâyetimin olması ise kullandığım kelimelerden başlayan bir isyandır.
Kadınlar ve erkekler farklı fıtratta yaratılmışlar. İlim de bunu söylüyor. Acaba stres kontrolü ya da stres yaşamına noktasında bir cinsiyet ayrımı yapılabilir mi?
Yeni Asya Neşriyat’tan çıkan ikinci kitabım “Evliliğinizin kaçıncı kilometresindesiniz?” idi. Ben o kitabın içerisinde kadınlar ve erkeklerin genel olarak yapısal, ruhsal, fiziksel ve metabolik olarak farklılıklarını anlatmaya çalışmıştım. İnsan yaradılışıyla alakalı olarak, kadınlar daha naif ve nazik. Cenab-ı Hakkın Cemal ismiyle daha çok ilgili. Erkekler ise daha çok Celal sıfatıyla ilgili. Dolayısıyla bir kadının strese girmemesi, kendini değerli hissetmesi için, önemli olan şeyler var. Kadınlar ve erkekler arsındaki bir numaralı fark, yani öncelikli olarak kim, hangi duyguyu öteliyor dediğimiz zaman, kadınların bir numaralı ihtiyacının dinlenilmek ve konuşmak olduğunu görüyoruz. Erkeklerin bir numaralı ihtiyacı ise onore edilmektir. Günümüzde yorgun argın eve gelen bir erkek (muhteva olarak öyle düşünmese bile, hareket ve eylem olarak) geldiği andan itibaren, evi tamamen dinlenilecek bir otel gibi, pansiyon gibi düşünüyor. Erkek için ev rahatlayabileceği bir mekân. Oysa ki bir kadın evini, paylaşma mekânı olarak düşünüyor. Problem de zaten burada başlıyor, çünkü kadın paylaşamadığı zaman stresle yükleniyor, erkek de dinlenemediği zaman. Kadınlar sosyalleşerek de dinlenip, stres atabiliyorlar. Örneğin siz hiç canı sıkılan bir erkeğin, başka bir erkeğe “hadi şöyle bir vitrin gezelim ve rahatlayalım” dediğini hiç duymamışsınızdır. Bir erkek cebinde parası yoksa ve alışveriş ihtiyacı da yoksa çıkıp mağaza gezerek stres atamaz. Ama bir kadın sosyalleşerek çok rahat stres atar. Mağaza gezer vitrin gezer. Sıkıntısı olduğu zaman annesine, kız kardeşine anlatır. Kimseye anlatamıyorsa, komşusuna anlatır. Ona da anlatamıyorsa, gelir bana yani terapiste anlatır.
Peki, bu noktada hangi taraf strese daha dayanıklı?
Normalde erkeklerin olması beklenir, oysa öyle değildir. Çünkü kadın stresle yüklendiği andan itibaren fıtri olarak çevresinde terapist varmış gibi, annesine, kız kardeşine, komşusuna mahremini de anlatabiliyor. Stres sebebiyle bana gelen erkeklerin sayısı çok azdır. Bu noktada kadınların daha avantajlı olduğunu, ancak sosyal hayatta kadınların daha çok strese maruz kaldıklarını düşünüyorum. Hem negatif cinsiyet ayrımından kaynaklanan, hem de kadınların yaptıkları işlerin onura edilmemesinden, kadının yemeği yapması, evini temizlemesi zaten doğalmış, “ne var ki bunda” tarzında algılanmasından, önemsenmeme duygusundan dolayı kadınlar stresi daha çok yaşıyorlar. Bu noktada erkekler çok basit bir şekilde eşlerinin, annelerinin, kız kardeşlerinin stresini alabilirler. Çünkü “eline sağlık” demek “yaptığın işi önemsiyorum, Allah razı olsun, iyi ki varsın” demektir. Bakın bunlar parayla olan, külfetli şeyler değil. Bunlar çok basit birkaç cümle. Ama kadınlar bunlardan çok etkileniyorlar. Bunun için erkekler ve kadınlar stres konusunda aynı değiller. Farklı mekanizmalardan besleniyorlar ve farklı rahatlama unsurları var. Zaten bunu, “Evliliğinizin kaçıncı kilometresindesiniz” kitabımda açıkladığım için ekstradan bu kitabımda yazma gereği duymadım.
Çok teşekkür ederiz Kenan Bey, son olarak neler eklemek istersiniz?
Öncelikle şunu söylemek gerek stres hayatımızın her anında var. Ancak özellikle okuyanlarımızın çoğunun kadın olduğunu düşünerek, noktalamak isterim. “Ailenin kelime anlamı nedir?” diye sorduğumuzda, “toplumun yapı taşıdır” deriz. Ama etimolojik iki tane anlama gelir. Birincisi geçim sıkıntısı, ikincisi ise sarmaşık bitki demektir. Yani bunun anlamı şu, bunun anlamı şu, geçim sıkıntısı derken maddi şeyi kast etmiyorum. Her ailede bir sıkıntı vardır. Ancak karı koca zevç olmasını dilerlerse, yani sarmaşık bitki olmasını dilerlerse o aile huzura erer, stres denilen bir şey kalmaz. Peygamber Efendimiz’in (asm) “Olanda hayır vardır.”sözünü kulaklarımıza küpe ve bilinçaltı yaparsak, başımıza ne geldiyse “olanda hayır vardır,” diye hareket edip, inşallah sıkıntıyı kökünden kaldırmış oluruz diye düşünüyorum.
Hiçbir olaya inancımız ve sabrımızla yaklaşmadığımız için sıkıntı ediyoruz stres yapıyoruz kendimize olur olmaz şeyleri. Derdi veren dermanıda veriyor Elhamdulillah! Şeylerin başı sabır ve şükür. O kadar aydınlatıcı bir yazı olmuş ki Allah razı olsun..