”Bir toplama kampından sağ kurtulanlardan biriyim. Gözlerim hiçbir insanın görmemesi gereken şeyleri gördü. İyi eğitilmiş ve yetiştirilmiş mühendislerin inşa ettiği gaz odaları, iyi yetiştirilmiş doktorların zehirlediği çocuklar, işini iyi bilen hemşirelerin vurduğu iğnelerle ölen bebekler, lise ve üniversite mezunlarının vurup, yaktığı insanlar. Eğitimden bu nedenle kuşku duyuyorum.
Sizlerden isteğim şudur: Öğrencilerinizin insan olması için çaba harcayın. Çabalarınız, bilgili canavarlar ve becerikli psikopatlar üretmesin. Okuma yazma, matematik, çocuklarınızın daha fazla insan olmasına yardımcı olursa ancak o zaman önem kazanırlar.” Haim Ginott
Bunlar, II. Dünya Savaşı yıllarında, Nazi toplama kamplarından kurtulan bir Yahudi tutsağın sözleri. Eminim çoğunuz bu mektubu daha önce okumuşsunuzdur, hem de içiniz burkularak, gözünüz yaşararak…
Hepimiz çocuklarımız okusun daha iyi eğitim alsın diye, etraflarında dört dönüyoruz değil mi? En iyi okulları, en iyi öğretmenleri seçmek için ne mücadeleler veriyoruz. Hele hele daha başarılı bir öğrenci olması için yaptıklarımız; sabahın en erken saatlerinde hiç acımadan sıcacık yataklarından kaldırıp, koca koca sırt çantaları ile okula gönderip, hemen hemen tüm gün süren ders saatlerinden sonra eve geldiklerinde de birkaç lokmayı ağızlarına tıkıp hemen derslerinin başına geçmelerini bekliyoruz. Okulda en başarılı onlar olsun, saatlerce ders yapsın, kafasını o kitaplardan kaldırmasın istiyoruz. Öğretmeni ile karşılaştığımızda ya da veli toplantısına gittiğimizde ders notları ile ilgili en güzel sözleri duymak istiyoruz. Bütün sene okul, dershane, özel ders, arasında mekik dokusunlar, eve geldiklerinde de bunları tekrar etsinler, saatlerle yarışsınlar, birkaç saatlik sınav ile de en iyi okulları kazansınlar ve en başarılı onlar olsunlar istiyoruz, istiyoruz hatta istemekle kalmıyor bunu hırsla, sabırsızlık ve tahammülsüzlükle deliler gibi arzu ediyoruz.
Bize her daim kendilerini ispatlamak zorunda bırakacak bir psikolojik baskı ile yetiştirdiğimiz çocuklarımız da bizim bu halimizi görüp, seslerini çıkartamadan buna boyun eğiyorlar ve en iyi okulları kazanıp en iyi diplomalarla geri dönmek için hayatlarını itirazsız buna adıyorlar. Peki, sonra ne oluyor dersiniz, anne babalar rahat mı ediyor? Tabii ki, hayır! Asıl sıkıntılar bundan sonra başlıyor. İşte bu devrede, çoğunlukla o toplama kampındaki iyi eğitimli canilerden birer aday daha hayata kazandırılmış oluyor. Belki yazdıklarım size çok ağır gelecek ama maalesef durum bu.
Bu noktada hem hastalığın tam teşhisi hem de doğru tedavisi için, gelin akıl gözümüzü asrın müellifi Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerine çevirelim, bakalım O, Kur’ân-ı Kerîm ve Sünneti Seniyye ‘den aldığı ders ile yazdığı Risale-i Nur eserlerinde bize hangi reçeteleri sunmaktadır.
Hz. Üstâd’a göre; “İnsanın vücudunda birkaç daire vardır. Çünkü hem nebâtidir, hem hayvanîdir, hem insanîdir, hem imanîdir. 1 Yani nasıl ki, bizim fıtrî olarak yeme, içme, barınma gibi zarurî ihtiyaçlarımız vardır aynen bunlar gibi imanî ve insanî dairelerimiz için de aynı şekilde hayatî ihtiyaçlarımız vardır. Bu ihtiyaçlarımızı giderebileceğimiz kaynak nedir öyleyse? Bediüzzaman Hazretlerine göre manevî ihtiyaçlarımızı giderebileceğimiz tek kaynak dindir. Bu her ne kadar kulağınıza alışılagelmiş, ülfet peyda etmiş genel bir söylem gibi gelse de aslında bu da bir nevi sosyal ve manevî bozulmamızdan kaynaklanmaktadır.
Madem bunca mücadelemiz hep eğitim için o hâlde, okumaya nerden başlamamız gerekiyor? Okullardaki gibi “Ali’nin kime top attığından” ya da “alfabenin kaç harf olduğundan” mı başlamalı yoksa? Hz. Üstâd’ a kulak verip “Öyleyse, Ey insan olan insan! Kendini oku. Yoksa hayvan ve camid hükmündeki insan olmak ihtimalin var” 2 uyarısını dikkate alıp, önce enfüsi dairedeki kendimizi mi okumalı?
Evet, öncelikle kendimizi okuyup, öğrenmeliyiz ki, hakikatte tahrif edilmemiş zihinlerin ve bunların tâbi oldukları şeriatın aradığı soru; insan eğitilmeli mi değil, insan nasıl eğitilmelidir sorusudur. Bu nokta da âlemlerin Efendisi Hz. Muhammed’e (sav) baktığımızda zaten sorumuzun cisimleşmiş cevabını aslında görmüş oluyoruz. Bu Zât-ı Mukaddes’e verilen en önemli özellik O’nun “güzel ahlak” üzere olmasıydı ve O Zât, tüm âlem-i insaniyete Rabbimizin bizden istediği insan-ı kâmil olmanın yolunu, yordamını öğretmek için gönderilmişti. Çünkü “İnsanın mahiyetine kudretten ehemmiyetli cihâzât ve kaderden kıymetli programlar tevdi edildi” 3 ve bir denge yaratıldı. İnsanın mutluluğu yakalayabilmesi ve sağlıklı bir birey olabilmesi için işte bu dengeye uyması şartı konuldu işte bu denge dünya ve ahiret dengesidir. Bu denge aynı zamanda insanın diğer yaratılmış mahlûkattan da ayrılmasını sağlamaktadır.
İşte ey veliler ve eğitimciler, eğitim ancak fıtrata uygun olursa ve bu denge gözetilebilirse, doğru bir eğitim verilmiş olur. Yine Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerine göre insan, akıl ve kalp boyutunda eğitilmelidir ve çok kıymetli bir tespitte bulunuyor; “Aklın nuru fünûnu medeniyettir. Kalbin nuru ulum-u dinîyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. Bunlardan birinin ihmalinden hile, şüphe veya taassup tevellüd eder.” 4 yani ancak ikisinin birlikteliği ile oluşturulacak bir eğitim sisteminin sağlıklı akıl, kalp ve ruh yapısına sahip bireyler yetiştirmemizi sağlayacağının altını çiziyor.
Sanıyorum bu noktada doğru olan, kendimize dönüp şu soruları sormamız;
Çocuğumuz günlük eğitimi içersinde, manevî eğitimine ne kadar zaman ayırıyoruz?
Dünyası kurtulsun diye sabahın erken saatlerinde tatlı uykusundan uyandırdığımız yavrularımızın asıl memleketleri olan ahiret yurdundaki saadetleri için sabah namazına aynı kararlılıkla kaldırabiliyor muyuz?
İyi bir fen eğitimi alması için uğraştığımız çocuğumuzun güzel bir ahlâk sahibi olması için ne kadar çabalıyoruz?
Dünyalık başarı sahibi kişilerin hayatlarını okuması için teşvik ettiğimiz evlâtlarımızın, Yüce Allah’ın Habibim dediği ve Kur’ân ahlâkı ile ahlâklandırdığı Hz. Muhammed (asm) Efendimizin hayatını, sünnetlerini, hadislerini okumaları için ne kadar teşvik ediyoruz?
Sadece fen ilimleri ile aklını doyurduğumuz geleceğimizin yetişkinlerine, fıtratına derç edilmiş diğer latifeleri için her hangi bir besin veriyor muyuz yoksa kalp, sır, ruh, hayal ve sair kuvvelerin gıdasızlık ile ölmelerine mi neden oluyoruz?
Bu dünyanın geçici olduğunu onlara sık sık hatırlatıp, sadece burası için gönderilmediklerini, asıl varılacak menzilin ahiret hayatı olduğunu, burada teskereyi alacakları zamana kadar tevekkül ve teslimiyet ile helâl yoldan maişetlerini temin ve farz olan ilim ile meşgul olmalarını mı öğütlüyoruz yoksa hiç ölmeyecek, hep burada kalacaklarmış gibi maddîyyun bir felsefe ile onları yürüyen birer hayvan derekesinde; tüm meselesi, yemeğini aramak, hayvani zevklerini tatmin etmek ve başkalarının hayatını ve huzurunu ihlâl etmek pahasına hayatta kalmaya çalışmak gibi zelîl bir hayat tarzı mı aşılıyoruz?
İşte bu sorulara vereceğiniz cevaplar aslında şimdiden nasıl bir kıymette evlât yetiştirdiğiniz resmini görmenizi sağlayacaktır. “İnsan-ı mü’minin kıymeti ihtivâ ettiği sanat-ı âliye ile Esma-i Hüsna’dan in’ikâs eden cilvelerin nakışları nispetindedir. İnsan-ı kâfirin kıymeti ise, et, kemikten ibaret fani ve sakıt maddesi kıymetiyle ölçülür” 5…ilâ âhir.
Rabbim güzel ahlâk sahibi, kâmil mü’minler yetiştirmemizi nâsip etsin, selâm Efendim…
Dipnotlar:
1. Mesnevî Nûriye
2. Sözler
3. Sözler
4. Münâzarât
5. Mesnevî Nûriye