Osmanlıda kadın hakları ve kadına bakış açısının nasıl olduğunun cevabını bulmak için yaptığımız her araştırmada ulaştığımız çarpıcı bilgi ve belgelerin bizi getirdiği nokta; merhamet ve hürmetle harelenmiş bir kadın hürriyetinin ve kadını cemiyetin saygın bir ferdi haline getiren uygulamaların varlığına şahit olmamızdır.
Bozulmuş zamanlarında bile esaslarından; ilkelerinden taviz vermemiş sağlam aile yapısını görüyoruz… Kur’ân’a, genel mânâda İslâm’ın hükümlerine riayet; cemiyeti bir gül bahçesine çeviriyor, içtimaî hayatın emniyetini tesis ediyor… Bir asrı geçkin süredir İslâm kadınlarını boyunduruk altına aldığı iddia edilip rahnelenmesine rağmen kâmil mânâda uygulandığı dönemlere baktığımızda; harem-tesettür uygulamaları kadın erkek ihtilatının meşru sınırlarını da belirliyor; vicdanlara öyle bir yasakçı koyuyor ki İslâm’ın hâkim olduğu dönemlerde “bir kadın tek başına emniyet içinde Hire’den Hadramut’a kadar (sadece vahşi hayvanlardan korkmak dışında) seyahat edebilecek” buyuran Resul’un müjdesinin gerçek olduğuna şahit olunan devirler de yaşanıyor… Kabul edip etmemek kişilerin hür iradesine kalmış bir şey olmakla birlikte; harem-tesettür uygulamasını yıkılma sürecine girdiği zamanda bile tesis etmiş ve korumayı başarmış bir Osmanlı örneği var saklı tarihimizde…
Huzurlu bir içtimaî hayatın varlığından; cemiyetin kadınları koruyan mekanizmalarından sitayişle bahseden bir batılı Fransız gözlemcinin görüşlerini okumakta fayda var;
“Ülkenin asırlık gelenekleri ve dinî hükümleri her seviyedeki kadını koruduğu için Türkiye’de ne iğfal edilmiş kız, ne sokakta bulunmuş çocuk, ne düello ne de intihar var. Haklı olduğundan emin olan herhangi bir kadın elinde taş ve sopayla bir nazırı kovalayabilir. Karısını döven nüfuzlu bir erkek küçük bir işaretle bütün mahalleyi karşısında buluverir.
“Müslüman erkekler, hareme girince gönüllerini ve hayallerini doyururlar… Evlerinin dışında aşk macerası aramaya hiç kalkışmazlar. Türkler birbirlerine karşı derin bir saygı beslerler, kendilerine ait olmayan mala dönüp bakmazlar bile… Türk erkekleri kadınlara karşı çok yumuşak. Ama bu yumuşaklıkta kadınları çocuk gibi gören; onlara hayatın güçlük ve üzüntülerini göstermemek gerektiğini gösteren bir inancın ifadesi var. Karısına kötü muamele yapan Türk erkeği yok deniliyor.
Türkiye’ye gelen yabancıların muhayyilesine kazınmış olan harem maceralarının etkisiyle; çarşı pazarda aşk serüvenine kalkışma gafletinin ise dakikasında çevre ahali tarafından sezilip akim bırakıldığını notlarına geçirip sözlerine şöyle devam ediyor ; “Bir seferinde dikkatsiz genç bir Fransız; içinde Türk kadınlarının bulunduğu bir arabaya bakar gibi yapmış; birden ensesinde koca bir kılıcın kabzasını hissetmiş… Allah’tan bu olay Kırım Harbi’nden sonra olmuştu… (1856- Islahat Fermanı’nın hükümlerince gayrimüslimleri koruyan düzenlemeleri de içinde barındıran Avrupaî tarz kanun ve yönetmeliklerin esnekliği kastediliyor) Önce olsaydı muhakkak o anda zavallı gencin kellesi giderdi…”
Yazarın dikkatinden kaçmayan çocukların terbiyesi meselesi de bütün İslâmî hassasiyetimize rağmen Avrupaî tarz usulleri benimsemenin muaccel bir tokadı olarak bir cemiyet yarası haline gelmiş vaziyette karşımızda duruyor. Hayranlıkla bahsedilen bu hali de dünde bırakmışız maalesef;
“Çocuklar ana babalarına karşı çok saygılı oluyorlar. Ana-babalarının yanında oturmazlar, sigara içmezler. Çocuklar kendilerini dünyaya getirenlere karşı sınırsız bir saygı duyuyorlar şüphesiz. Bir aile babası, ailesi içinde, hükümdarın ülkede gördüğü saygıdan daha büyüğünü görür…”
Bütün bu ifadeler özünü İslâm’dan almış sağlam bir cemiyet yapısına işaret ediyor. Yenileşme ve Avrupa’ya ayak uydurma çabaları kıyafet ve konfor gibi bazı cüzlere sirayet etmiş olsa da; ahlakî seciyenin mahiyetini değiştirmediğine şu ifadelerle not düşüyor yazar;
“Günümüzde Türkiye’de hayata saygı gösterilmesine ve hırsızlıkların çok az olmasına rağmen Türkler alafranga elbiseleri içinde hâlâ eskisi gibi barbar(!) olmaya devam ediyorlar… Türkler ananelerine bağlı bir millet… Batının sözde medeniyetinden bazı şeyler almış olmalarına rağmen bunun kendilerini daha mutlu kılmadığını söylüyorlar. Dış ülkelere en çok uymuş, medeniyeti tam mânâsıyla hazmetmiş sayılan kişiler, memleketlerine daha çok Türkleşmiş olarak dönüyorlar! “ (Kırım Harbi Sonrasında İstanbul – Durand De Fontmagne – Tercüman 1001 temel eser)
Osmanlı ailesinin reisi; Kur’âni ifadeyle kavvamiyet vazifesini deruhte eden; erkek… Fakat şer’î hükümler, cemiyetin kötülüğe geçit vermeyen kuralları ve yaptırımları ve işler ters gittiği zaman başvurulan mahkemelerin seri bir şekilde anlaşmazlıkları gideren özelliği; babanın- kocanın kendisine verilmiş bu imtiyazı adalet ve hakkaniyetten saparak kullanmasına geçit vermiyor…
Aşağıda Osmanlı Mahkemelerinde görülen davaların enteresan örnekleri Osmanlı kadınının başı dara düştüğü zaman bile ne derler korkusu olmadan hür bir şekilde hakkını arayabildiği ve adlî mekanizmanın çoğu kez kadından yana hüküm verdiği müsamahakâr yaklaşımdan sonuna kadar yararlanabildiklerini gösteriyor…
Avrupa’da kadınların asırlar süren mücadeleleri, çiğnenen hukuk ve kadınlık haysiyetlerinin yürek burkan örnekleri tarihçe sabittir… Bir-iki asır önce ancak alabildiği hakların ve daha da ileri giderek kadın erkek eşitliğini savunan feminizm başlığı altında sıralanan hürriyetlerin kaldıramadığı şiddetin aksine Osmanlı hanımları;
- Mülk edinen ve onda dilediği gibi tasarruf edebilen, 2. İlâhî emirlere doğrudan muhatap; dinî vecibeleri yerine getirmekte tamamen hür,
- Evlilik, nikâh akidelerinde reyi alınan, evlilik çatısı altında birçok hukukî güvenceye sahip
- İstemediği bir evliliği mahkeme müracaatıyla sonlandırabilen,
- Aile içinde saygın konumu ola
- Himaye ve hürmet düsturunun yakınları ve akrabalarından da esirgenmeyip gönüllerini hoşnut etmeyi dinî bir vecibe ve evlatlık vazifesi olarak bilen aile reisinin kanatları altında tamamen ahlâk-ı hasene ile örülü bir anlayışla bezeli hane-i saadetlerinde mesut ve bahtiyar idiler…
İçtimaî hayatın belki dışında; fakat evlerinde; nezaketle muamele görmenin, hatır-gönül tanımanın, kadir- kıymet bilmenin tadını çıkaran beylerinin gözbebeği hanımlar… Vefa duygusunun, Allah’ın emaneti olmanın ve O’nun rızasını tahsilin ne demek olduğunu asırlar boyu işlenmiş misallerini göre göre seciyelerine geçirmiş; âlicenap beylerin hanımları olmakla taçlanmış olduktan sonra hak arama derdine niye düşsün, hürriyet arayışına niye girsin?
İşte bunlardan biri Rabia Adviyye Hanım. Bizlerin bir kadının dirayetini anlatmak için üstüne basa basa “tam bir Osmanlı kadını” dediğimiz türden, esaslısından. O yakın tarihimizin en büyük devlet adamlarından Ahmed Cevdet Paşanın haremi… . Devrin en önemli entelektüeli; isminin önüne birçok sıfat, eserlerine eser, kariyerine kariyer eklemiş olsa da bütün bu unvanlar ve apoletleri dışarıda kalmaya mahkûm ya da paşa gönüllü olarak böyle bir yol tutuyor…
Adviyye Hanım hürmeti, itaatı elden bırakmayıp beyine “efendim hazretleri” diye hitap ettiği halde; ne nazından, ne de niyazından geri kalmıyor… Eşinin memuriyet alıp uzaklarda olması en büyük sıkıntısı… Annesi ve kardeşlerinin yanında olması, biri eli yağda bir eli balda ömür sürmesi bu eksikliğin devası olmuyor… Biri şimdi paralarımızın üstünde resmi bulunan Osmanlı Hanım yazarlarından Fatma Aliye Hanım olmak üzere iki kız, bir erkek çocuk annesi… Paşanın eşiyle mektuplaşmaların mahiyeti ve üslubu bir Osmanlı ailesinin ve aile reisinin yapısı-ilişkileri ve nezaket dili hakkında çok önemli ipuçları veriyor…
Eşi ona “nur-u aynım efendim, iki gözüm nuru efendim” hitaplarıyla mektup yazıyor.
Hanımının sağlığı ile ilgili çok ciddi endişe duyuyor, hatta bazen sabahlara kadar uyumadığını belirtiyor… “Günden güne ağırlaşmakta olduğunuzu yazmışsınız, artık ne çare eve bakacak kadın temin ediniz ve hem de tembellik etmeyip her gün gezininiz” diye tavsiyelerde bulunuyor… “Senin bir parçana mizaç olduğundan dolayı pek keder ettim. Allah biliyor ki senin böyle azıcık rahatsızlığın için bağrım hun oluyor. Cenab-ı Hak heman afiyet-i tamme buyursun” diye dualar ediyor.
Paşa’nın güç çalışma şartları ve evinden kilometrelerce uzaklığı evle alakadarlığına bir eksiklik getirmiyor, çocuklarının tahsili ve her türlü ihtiyacı ile yakından ilgileniyor, hanımına evle ilgili problemlerde çıkış yolları gösteriyor, kandil-bayram gibi önemli günlerde baldızları, kayınvalidesi ve evin çalışanlarının hediyelerini göndermeyi asla ihmal etmiyor… Aile fertleri de sık sık ona ihtiyacı olan şeyleri yolluyorlar.. Bir keresinde baldızının gönderdiği işlemeli bir çamaşır kesesinden duyduğu memnuniyeti; “Feride Hanım ne vakit böyle marifetler öğrendi, taaccüp eylerim ve kendisine dualar ederim” nazik bir üslupla dile getiriyor…
Adviye Hanım beyinin ilgi ve iltifatlarına karşı nazdar ve hasretten dolayı sitemkâr olsa da saygıyı itaatı elden bırakmadığı anlaşılıyor… Evin idaresinde tam bir müdür-i dahili yetkisine sahip olduğu halde mesela bir ahbabının düğününde ne hediye verileceği hususu gibi teferruatlarda bile beyine danışmayı elden bırakmıyor.
Paşanın, oğluna alınacak araba konusunda hanımına verdiği cevap hanımın aile içindeki yetkilerini anlamaya kafidir… “Fakat herhalde rey sizindir, nasıl isterseniz öyle yapınız asla bir şey diyemem şu kadar nasihat ederim ki çocukça, düşünmeden iş tutmayınız güzelce düşünüp danışıp ta öylece bir işe başlayınız kâr ve zarar size aittir. Elhasıl sonra bana baş ağrısı vermeyiniz de nasıl ister iseniz öyle hareket ediniz…”
Hanımın tek bir derdi var ki acaba eşi uzak diyarlarda iken bir Boşnak kızı alır mı? Eşinin görevinin uzaması üstelik de onları çeşitli mahsurlar ve ayrıca küçük kızına hamileliğinden ötürü yanına aldırmamasını kadınca bir hissiyatla böyle tefsir etmekten kendini alamıyor. Etrafın da dedikodularının tesiriyle; beynini kurcalayan bu düşünceyi eşine sorup onu sıkıştırmaktan da geri kalmıyor. Üçüncü çocuğuna hamile ve doğumun yaklaştığı bir zamanda gözünü karartıp Bosna Hersek yollarına düşecek hale gelmiş.
Yol yordam bilmem kadın başımla ne ederim? demiyor, eşine sen gelmezsen ben oraya geliyorum tehditlerini de elden bırakmıyor tabiî… Beyinin; burası kadın değil, kadın gibi nazik erkeklerin bile gezeceği yerler değil ikazına prim bile vermiyor… Paşa traş olmaya bile vakit bulamayacak kadar işinin başından aşkın olduğu, teftiş için zaten bir yerde uzun süre durmadığını; diyar-ı gurbette sefalet çektiğini söyleyip iknaya çalışsa da bazen; “Hem beni haremden istiyorlar acele gidiyorum sizin işinize bakamam diyerek savuşup gidebilir miyim?” ifadeleriyle işi şakaya vursa da eşinin zihnindeki endişeleri gidermeye bir türlü muvaffak olamıyor… Fakat bir iki değil mütemadiyen gel yoksa biz geleceğiz tarzı ısrarlar kesilmek bilmeyince en nihayet beyin ültimatom gibi cevabı gelmekte gecikmiyor; “Yine evlenmek lakırdısı etmişsin. Artık bu sözleri istemem. Halkın ağzına niçin bakıyorsun, ben evlenecek olduğum vakit başımdan bir nikâh geçmek niyetiyle evlendim ve Allah’tan öyle istedim. Şimdiye kadar bu suret hatırıma gelmedi ve Allah göstermesin. Halkın dedikodusu hiç bitmez ve niçin söylüyorlar, diye gücenmek iktiza etmez.” sözleriyle hanımını yatıştırması bundan daha aşırıya kaçan çıkışlarına karşı sabır ve hoşgörülü bir tutumu; anlayışlı ve kalender bir davranış şeklini açıkladığı gibi taaddüd-ü zevcat muamelesinin keyfiyetinin de keyfilikten uzak olduğunu gözler önüne seriyor…
İşte Batının kafesler arkasında hapis, çarşafların içinde esir gördüğü Osmanlı kadınına ait hikâyelerin perdesi aralandığında görünen gerçek; itaatkâr, ama asla ezik değil, kocası nezdinde kabil-i hitap, istişare edilen görüşlerine saygı gösterilen, hürmetinin mükâfatını sevgi ve himaye ile kat kat alan inisiyatif sahibi bir kimlik…
Osmanlı kadınının haklarının şümulünün nerelere kadar vardığının ilginç örnekleri; aslında şeriatın tanıdığı imtiyazlar olarak şer’iyye sicilleriyle tarihte yerini almış bulunuyor. Modern hukukun ve onca modern kalıplara rağmen birçok kadının etiketlenmek ve dışlanmak kaygısı taşıdığı veya hukuki başvurunun bedelini en ağır yöntemlerle cezalandırılarak ödetilmesinden korktuğu bu zamanda asırlar öncesindeki bu örnek ister istemez; şaka gibi dedirtiyor;
Kocam beni dövdü, gereğinin yapılmasını isterim kadı efendi!
Bursa Kaleiçi Filiboz Mahallesi sakinlerinden Mehmed kızı Selime isimli hanım Meclis-i Şer’i Münir’de kocası Mustafa oğlu Mehmed’in huzurunda söz alarak; “Kocam Mehmed bir gün önce beni sopayla bir gayri hakk dövmüştür. Mucib-i şer’isini talep ederim” diye şikâyette bulunmuş… Kocası inkâr etmesiyle beraber yemin edemeyince ta’zir cezası uygulanmasına hükmolunmuştur.
10 ramazan 1261 -m. 1844
Sonuç:
İngiliz müellif Thornton;
“Türk’ün ahlakî seciyesi; çocukluğunda iyilik telkini alarak değil, muhitinde fenalık görmeyerek teşekkül eder. Çünkü Türkler ilk terbiyelerini analarıyla dadılarının gözleri önünde ve takayyütleriyle itinalar içinde alırlar. Bunlar o karma karışık erkek cemiyetlerinden ayrı yaşadıkları için fenalık misallerinin sirayet dairesinden uzaktırlar. Sade bir din olan Müslümanlığı harem dairesinde analarıyla babalarından öğrenirler.” tesbiti belki de insan düştüğü yerden kalkar misalince kadın hakları ve sağlam cemiyet yapısının amilleri noktasındaki kafa karışıklığı ve çözüm reçetelerini apaçık gözler önüne seriyor…
Eskinin iyiliği yayan, kötülüğe geçit vermeyen cemiyet telakkilerini ve toplumda dayanışmayı esas alan mahalle kültürünü yeniden hayata geçirmek gerekiyor… Allah’tan korkmak, kuldan utanmak, emanetlerine hıyanet etmemek, rızasına nail olmak gibi bütün bu bizden olan faziletli davranışları yeniden elbirliğiyle bir cild gibi milli benliğimize işlemek icap ediyor… İslâmî terbiye ile terbiyelenmek, vicdanlar üzerinde baskı yapıp harekete geçirmek, bencilliğin ve yalnızlığın esaretinden kurtulup biz medeniyetine dönüşmek zor olmasa gerek… Zira geleneğin pençesinde kıvranmakla; mimsiz medeniyetin telakkilerini terakki saymakla biz; kadın hakları konusunda cahiliyye devrinin karanlıklarının bir benzerini yaşıyoruz… Akif’in dediği gibi; “karı dövmüş boşamış… emr-i ilâhî.. Ne denir… Bunların hepsi emin ol ki cehalettendir…”