Hani , “İçtiğimiz sudan mıdır, soluduğumuz havadan mıdır?” diye meşhur bir soru vardır. Nedenini bir türlü anlayamadığımız durumlar için sebep bulamadığımızın özetidir bu cümle. Ben de alışılagelmiş, gelişigüzel yaşayışımız için böyle sorularla iç içeyim bu sıralar. Eğitim sisteminden midir, dünyevileşmeden midir, bilinmez; mü’minin ayrılmaz bir parçası olan feraset” çıkmış sanki hayatımızdan. Herkes ‘herkese’ göre yaşıyor. Ben buna “sürü psikolojisi” diyorum. Toplumda kabul gören tabular sorgulanmıyor, herkes birbirini taklit ediyor. Anlamını dahi unutmaya başladığımız “feraset” ise bu yaşantının zıddını istiyor Müslüman’dan. “Uyanık olun” diyor İslâmiyet, sorun, soruşturun, öğrenin, sorgulayın, mihenge vurun…
“Biz nasıl yaşıyoruz?” diye düşünüyorsanız; şimdi vereceğim üç bariz örnek, hali pürmelâlimizi çok güzel özetliyor bence. İslâmiyet’in üzerinde ısrarla durduğu konuların başında israf gelir mesela. Allah’ın huzuruna çıkmak için yapılan abdest hazırlığında dahi fazla su kullanmak dinde mekruh kabul edilmiştir. Konu bu denli hassas, ölçü bu kadar nettir. Gelin görün ki en basitinden biz de temizlik yaparken su “foşur foşur” akmadı mı çok da kabul görmez. Peki neden? Az su kullanma meselesi basit bir mesele olduğundan mı? Hayır. Müslüman’ın hükümleri önce kendi dünyasında yaşamasının önemini arz eder bu konu belki de…
İsrafın bu denli ‘tekfir’ edildiği bir dine rağmen, hemen hemen bütün ev düzenlemelerinde vitrin, konsol, aksesuar, avize ve sayamayacağım bir sürü ıvır zıvır kullanılıyor. Hiç birimizin bu eşyaları alırken oturup da düşündüğünü sanmıyorum. Neden mi? Çünkü herkesin evinde var, bu artık kabul görmüş bir yaşam şekli olduğu için sorgulama ihtiyacı hissetmiyoruz.
Toplumumuzda kimsenin yıkamayacağına inandığım bir temizlik tabusu var mesela. Evlerimizi hijyen olsun diye bol bol kullandığımız çamaşır suları ve kimyasallar kuşatmış durumda. Ne gariptir ki İslâmiyet’te temizlik, “taharet, nezafet” gibi kelimelerle tanımlanırken, bizim evlerimizi ifade eden “steril” kelimesi hiç yer almaz. “Bu kimyasalları kullanmak fıtrata zarar verir mi, İslâm’ın sunduğu ‘koruyucu hekimlik’ açısından uygun mudur? Kâinat mescidini ve emanet olarak verilen bedeni temizlik adı altında “kimyasallarla zehirlediğimizin” farkında mıyız?’ diye kimse sormaz. Hiç kimse “ya kardeşim, sen bu kimyasallarla vücudun bağışıklık sistemini güçlendiren mikropları da yok edip, hastalıklara daha fazla kapı açıyorsun” demez. Temizlik konusunda takıntılarını aşmaya çalışan biri olarak bunun içimize ne kadar işlediğini ve hastalık haline geldiğini acı tecrübelerle görüyorum.
Bir de adının ‘mucize’ olması gereken doğum olayımız var. Beni en çok yaralayan şeylerden biri doğum konusundaki boş vermişliğimiz. Ne zaman ki fabrikasyon doğumlar girdi hayatımıza, anne duyarsızlığı, anne-bebek ilişkisi, çocukların söz dinlememesi, loğusa depresyonları, aile içi kavgalar konuşulur oldu. Dikkat dağınıklığı, hiperaktivite, astım, obezite gibi değişik sıkıntılarla tanıştık. Bugün toplum bazında yaşadığımız tüm problemlerin temelinde fıtrat bozulması var, bu yüzden özümüze geri dönebilmek için “fıtrî” olmayıp, yaradılışımıza zarar veren her şeyden uzak durmak zorundayız… Yalnız bu, ne yazıldığı, ne de okunduğu kadar kolay bir mesele. Anneler ve anne adayları olarak kat etmemiz gereken çok yol var. Neden mi?
Artık doğumlarımız hastanelerde, soğuk ve ışıklı doğum odalarında, gebeye hiçbir kolaylık sağlamayan doğum sandalyelerinde gerçekleşiyor. Bunların fıtrata uygun olup olmadığı sorgulanmıyor bile. İngiltere’de ultrasonun olası zararları ya da yan etkileri belli olmadığı için gebeler hamilelikleri boyunca ultrasonla bir kez muayene edilirler ve cinsiyet genellikle söylenmez. Bizde hamile bir kadının aylık doktor kontrolünü aksatması mümkün dahi değildir. Zaten hamilelerin aklına böyle bir soru sormakta gelmez. Çünkü bu “olması gereken”dir bizde.
Hollanda’da (ilk doğum sezaryen dahi olsa) doğumların % 75 civarı evde gerçekleşmektedir. Oradaki tıbbî imkânlar evde doğumu desteklemektedir, şartlar da ona göre düzenlenmektedir tabi o ayrı. Ancak bizde istisnasız bütün doğumlar hastanede gerçekleşir. Sağlıklı bir gebenin evde doğum istediğini düşünün. Olamaz!
Yurtdışında sezaryen oranı % 15’i geçmezken, bizde bu oran % 52’lere çıkmış durumda. Yüzyıllardır doğurabilen ninelerimize rağmen, birçoğumuzun doğum yapamayacağını söylüyor birileri. Garip…
Yurtdışında SSVD (Sezaryen Sonrası Vajinal Doğum) gitgide artmaktayken, bizde annelerin bu durumdan çoğunlukla haberi bile yok. Göbek kordonunun geç kesilmesinin “obez, astım, dikkat dağınıklığı” gibi durumlarla alakası tartışılırken ve lotus doğum git gide yaygınlaşırken, ülkemizdeki uygulamalarda bebek dünyaya teşrif etme anında “eş”inden, hiç tanımadığı doktorların müdahalesiyle ayrılmakta. Dr. Hakan Çoker’in, bebeklerin doğumdan sonra ağlamasıyla ilgili bir yorumu vardı ve onun deyimiyle; “belki de bebekler doğum anında yaşadıkları travmadan sürekli ağlıyorlardı.”
TTT (Ten Tene Temas) bilinçli anneler arasında (bu genellikle yurtdışında gözlemleniyor) git gide yaygınlaşırken, bizdeki uygulamalarda bebek annesiyle buluşamadan yabancı ellerin altında -kimi zaman bakım adına, kimi zaman aşılarla- çığlık çığlığa ağlamakta. Kimsenin aklına “K vitamini aşısı zaruri mi? Zaruri ise bu doğduğu anda olmak zorunda mı? Olmak zorundaysa anne kucağında uygulansa ne olur?” gibi sorular sormak gelmiyor. Bir anne ne kadar normal doğum isterse istesin, doktorun aklına attığı en küçük bir şüphede sezaryene tamam diyor. Araştırma ihtiyacı hissetmiyor çoğu anne, hiç düşünmeden doktoruna itimat ediyor. Kimse normal doğumun anlatılan risklerine rağmen, sezaryenin riskleri hakkında bilgilendirilmiyor. İşin acı kısmı bunu kimse merak da etmiyor.
Bebeğin odası, karyolası, kıyafetleri, ıvır zıvırına kafa yoruluyor ama kimsenin aklına doğumun önemi gelmiyor. Hastaneye yatılıyor, rutin müdahalelerle doğum yapılıyor, kimi zaman da sezaryen ameliyatıyla bebek alınıyor, sonra gelsin loğusa depresyonu, gelsin anne bebek bağlanması sorunları. Hâlbuki fıtrat müdahale kabul etmez, en küçük ve gereksiz bir müdahalenin acı sonuçları olur, bazen doğumun hemen sonrasında, bazen seneler sonrasında.
Kur’ân’da Hz. Meryem’in doğumu anlatılırken üç unsura dikkat çekilir. Hz. Meryem’in ayaklarının altında oluşan su arkı, hurma ve doğum anında tutunduğu ağaç. Bugün bu üç etkenin doğumu ne denli kolaylaştırdığı üzerine yapılmış sayısız araştırma var. Bir yere tutunarak yapılan doğumun kadının fıtratına uygun olduğu gerçeği ise her geçen gün daha fazla dillendiriliyor. Biz hala Hz. Meryem kıssasını bize anlatılmış bir hikâye sanıyoruz…
Çocuklarımızın hiçbir işi kendi başlarına yapamadıklarından, sürekli yardım istediklerinden yakınırız. Kimsenin aklına çocuğa daha hayatın ilk başında sun’i sancı vererek “ten tek başına yapamazsın” psikolojisini yaşattığımız gelmez.
Git gide rağbet gören “epidural” tercihi var bir de. Ağrısız, sancısız, rahat bir doğum söylemi anneler arasında revaçta. Bunun dışında çok da bir bilgiye sahip değil günümüz anneleri. Ben yardımcı olayım; müdahalesiz normal seyreden bir doğumda rahim kasılmalarını sağlayan oksitosin hormonu salgılanır. Bu kasılmalar şiddetli olduğu için, bir yandan doğal ağrı kesici olarak tanımlanan endorfin hormonu imdada yetişir. Sancı hislerini “epidural” le keserseniz, vücut ağrı hissetmeyeceği için endorfin salgılanmasını durdurmuş olursunuz. Dar bir kanaldan geçmeye çalışan çocuğunuz en az sizin kadar zorlandığı için salgılanacak
endorfin onu da rahatlatmakta. Endorfin hormonunun durması demek, çocuğunuzun tüm acıyı hissetmesi demek. Bu yüzden “doğum sancısına tutulan kadının” kazandığı sevap hakkında müjdelenmesinden, fıtri seyre müdahale etmemesi gerektiği sonucunu çıkartıyorum ben. Gıybet hariç “tüm günahlardan” arınmak gibi bir fırsat her zaman elimize geçmez. Belki de Cenab-ı Hak böylesi ecirlerle kadını doğum ağrısına karşı “sabra teşvik” etmekte. Üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir konu…
Her hangi bir arkadaşınızla, epizyo uygulamaları, sun’i sancı, perine masajı, doğum sandalyesi, fundal baskı veya sezaryen hakkında konuşmayı deneyebilirsiniz. Konuştukça “anneler” olarak bize emanet edilen bedenimizin üzerinde tasarruf etme hakkını tamamen doktorlara verdiğimizi, doğum olayını çok sıradan ve gelişigüzel gördüğümüzü fark edeceksiniz.
Bu örnekleri neden verdim? Siz de benim gibi hakikatleri defaatle okumamıza rağmen yaşayamayışımızdan yakınıyorsanız durup düşünelim o halde. Yaşantılarımızı sorgulama zamanının geldiğini fark etmemiz lâzım. Müslümanlar olarak “feraset, basiret, müdakkik, müteyakkız” gibi özelliklerimizi geri kazanmalıyız. Bunun için hangi alan olursa olsun fıtrata uygun hareket etmemiz şart… Sadece ele aldığımız birkaç örnekte bu kavramların esamesini dahi görüyor musunuz siz? Bu tabloda görülen ne peki? Cevabı ben söyleyeyim; bizim üç büyük hastalığımızdan biri “cehalet”ti. Sorgulamadan, düşünmeden, araştırmadan, mihenge vurmadan, öğrenmeden, gelişigüzel yaşamak…