Oldukça utangaçtı. Çocukluğundan bu yana yabancılardan çekinir, akrabalarıyla dahi olsa samimiyet kuramazdı. Kalabalığın olduğu hiçbir mekânda ve etkinlikte onun maddî varlığı yoktu. Çekingen olmayı, hayasızlığa tercih ederdi. Durum böyle iken yıllardır düzenlenen akraba günlerine ise zoraki katılır, annesinin telkinleriyle gitmek zorunda bırakılırdı. Pasta ve börekten maada bir şeye iltifat edilmeyen bu günlerde, söz dönüp dolaşıp ona gelirdi. Kendisinin olmadığı zamanlarda adı anılmadan kalkıldığı olmazdı bu gıybet yüklü sohbetlerde. Bîinsaf sözcüklere başrol olurdu. Günler sonra yapılan dedikodulara malzeme olduğu kulağına gelince, yine de ses etmezdi. Onun evlenmeyişini öylesine sefil bir sebebe bağlayanlar, üstelik onu kendini beğenmişlikle, burnu havada olmakla ve hiçbir şey beğenmeyişiyle karalamaktan da geri kalmıyorlardı. Gençleri ifsat edenlerle en yakın akrabaları ağız birliği etmiş gibiydi. Bu kafayla giderse, böyle kimseyle arkadaşlık kurmayıp, kimseye pas vermeyip bir erkek arkadaş bulmazsa kendine, “Evde kalacaktı!” kimler ve niçin uydurdularsa bu çirkin tabiri, her Allah’ın günü duymaya tahammül etmek zorunda kaldığı onca içi boş terimden sadece biriydi bu. Çocukluğundan bu yana, onun büyüyüp de bir genç kız oluşuna şahit olan yakınları, şimdilerde onu elleriyle uçurumun kenarına sürüklemek istiyor gibilerdi, pembe iltifatlarla. Altın günlerinden ve de düğünlerden nefret eder olmuştu.
Çoğusuna göre “iyi” yaftası vurulmuş onca kısmeti tepmiş, “akılsızlık!” etmişti. Onlara göre varlıklı, yakışıklı, pek de “terbiyeli!” olan onca kişiye hayır demişti. Lakin çoğu dış güzelliği, servet ve kariyeri, çoktan imanla mübadele etmişti. Ne iman, ne de kulluk! Hepsi nefse meftun arzu ve hislerle örülü ağa takılmış, kurban edilmişti. Umursamaz ve gafil tavırlar onu düşündükleri ve onun için endişelendikleri bahanesi ardına saklanıyor, genç kızın yüreğinde ise telafisi mümkün olmayan yaralar açılıyordu git gide.
Günler geçse de değil bir flört bulabilmek şöyle dura dursun, yabancı bir erkeğe nazar etmesi “Harama düşmemek” düsturuna ihanetin ilk basamağı olacağından, hiç kimseyi bulamamıştı. Onun lügatinde, yabancı bir erkekle “İyice birbirini tanımak adına” da olsa, ne baş başa kalıp sohbet etmek, ne de orası burası gezmek vardı. Ucunda evlilik olsa da, haram tuğlalarla temeli atılmış bir evlilik hayalinden başka bir şey değildi bu.
Hayalini kurduğu evlilik bu olamazdı. Sırf evlenmiş olmak için, serseri tabiatlı, frenkmeşrep, imandan bîhaber birisinin, sırf maddî gücüne ve kariyerine tav olunmazdı, olunmamalıydı, olmaması gerekirdi kendisinin… Ömür boyu sürecek olsa da bu birliktelik, ona göre yolun sonunda ahiret yok ise yarım kalmaktan öteye gidemeyen bir birliktelikti. Mezara kadar sevse de onu müstakbel eşi, yine eksikti, kaldı ki bu zamanda öylesi kalmış mıydı?
‘’Evet bir kadın, kocasına yalnız hayat-ı dünyeviyeye mahsus bir refika-i hayat değildir. Belki hayat-ı ebediyede dahi bir refika-ihayattır.’’1
Kendisiyle dünya yolunu adımlamayı göze alacak genç, ukbada da ona ebedi yâr olmalıydı. Sırf dünyevî hislerle dolarak, hastalanmış bir kalple olmazdı bu.
“Bu zamanda aile hayatının dünyevî ve uhrevî saadetinin ve kadınlarda ulvî seciyelerin inkişafının sebebi, yalnız daire-i şeriattaki adab-ı İslâmiyetle olabilir.”2 Bu zamanın sefih medeniyeti ise, herkesi açgözlü etmişti. Erkekte maddî varlık, kadında ise maddî güzellik vazgeçilemez vasıflardan olmuştu. Mimsiz medeniyet, kadınlarına layık oldukları değeri vermeyi kıskanırken, erkeklerini sırf fani, geçici güzelliklerine bağlanmayı hedeflemiş ve nefis odaklı birlikteliklere meftun etmişti. Hâl böyle olunca dünyevileşmekten, tahammülsüzlükten daha yolun başında işler bozuluyor, yıkılıyordu yeni başlayan evlilikler bile. Birbirlerinin gönüllerine sahte gülücüklerle giren onca sevgili, kapıyı çarparak, ardına bakmadan çıkıp gidiyordu ihtirasları uğruna, birbirlerinin yüreklerinden.
Kalbine mukabil, mukallib-ül kalbe ayine bir kalp. Meryemvari bir iffete karşılık, İlâhî iltifatlar gecikmezdi elbet. Sabırla kör oldu gözleri haramlara karşı, kalbi ise kilitli. Kalbine mukabil bir kalp bulmayı, haramlara düşmeden erteledi hayaller ülkesindeki iffetli yarine. Günler günleri kovaladı masiyetten sabır, takvaya yâr oldu. Cazibedar fitnelerin arasında, hayâ ve edep suyuyla yıllarca sulanarak, İslâmiyet toprağında iman ziyasıyla boy atmıştı. Bununla da yetinmemiş etrafı Kur’ân ve Risale-i Nur kalesiyle sağlamlaştırıp ulaşılmaz kılınmıştı. Ne hayallerini, ne de amellerini kirletmişti. “Ne mutlu o kocaya ki, kadınının diyanetine bakıp taklid eder, refikasını hayat-ı ebediyete kaybetmemek için mütedeyyin olur. Bahtiyardır o kadın ki, kocasının diyanetine bakıp ‘ebedi arkadaşımı kaybetmeyeyim’ diye takvaya girer.”3
Bir gün uzaklardan biri çıkageldi. İffetle beklediği, iffetiyle karşısına dikiliverdi. Elinde kırmızı güller ve kalbinde kırmızı kitaplara olan aşkıyla. Aşk ilk defa onun dünyasında anılır oldu. Acıtmadan ve kanatmadan. Eşi ebedi arkadaşı ve aşkı oldu. Hz. Fatıma’lar, Hz. Ali’leri hak ederdi. Sonsuzluğa yürümek adına, fondaki renk Risale-i Nur kırmızısı oldu. “Her daim dillerinde, kalplerinde, ruhlarında Nur’un sevgisi… Nur okuyacağız Nur taşıyacağız… Nur yayacağız inşallah…’4
Dipnotlar:
1. Yirmi Dördüncü Lem’a
2. Yirmi Dördüncü Lem’a
3.Yirmi Dördüncü Lem’a
4. Hanımlar Rehberi