Henüz apartman yapılamamış basit bir mahalle her nasılsa kalmıştı, şehrin bir kuytusunda. Herkes kendine göre bir ev kondurmuş, sonra genişletmeye çalışarak odalar ilave etmiş. Bahçesine de bulabildiği incir, nar, erik, ayva gibi ağaçlardan dikmeye çalışmış. Yoğurt kutularında, yağ tenekelerinde çiçekler yetiştirmiş. Kendi usullerine göre bahçe duvarları inşa etmiş. Çok renkli, cıvıl cıvıl bir mahalle. Sesler geliyor, dört bir yandan. Yaşandığı, nefes alındığı hissediliyor.
Mahalle arasından çocuk sesleri geliyor. Oyun neşesinden kendilerini unutmuşlar. Bir kenara da küçük bir kız çocuğu oturtulmuş, abla ve ağabeylerini seyrediyor. Üç yaşlarında filan.
Küçük bir paltosu var. Renkli bir eşarp takılmış. Fevkalade güzel yaratılmış. Mavi gözlü, şirin mi şirin bir kızcağız… O kadar dikkat çekiyor ki, onu gören başında biraz oyalanmadan edemiyor. Mutlaka bir yorum getiriyor, şirinliği hakkında.
Bir dedecik yaklaştı ve yanaklarından okşadı onu. “Seni yaratana kurban! Ömrün uzun ve hayırlarla dolu olsun minik kızım. Ne güzel şeysin sen. Ama en güzel olan, Rabbine kul olabilmektir. Sen de hakiki bir kul olursun inşaallah.” duasında bulundu. Minik kız pek anlamasa da tatlı tatlı güldü. Sanki baharda açılan taze bir çiçek gibiydi.
Bir genç kız onun oturduğu yere oturup, kucağına da onu oturttu. Başını, yüzünü, ellerini sevdi. Hayran hayran seyretti, bu arada. “Rabbim seni ne güzel yaratmış. Allah seni kötülüklerden, kötülerden korusun.” diye dua ederek, yine yerine oturttu.
Yavrucak herkesin dikkatini çekiyor, başında durup seyrediyorlar, yorumda ve duada bulunuyorlar, sonra yollarına devam ediyorlardı. Hatta bastonla yürümeye çalışan bir hanımcağız, “Aman benim kızıma pek nazar değmiştir.” diye uzun bir nazar duası bile yapmıştı. Kimse ona kıyamıyor, pek kıymetli nazenin bir esere bakıyor gibi seyrediyor, o küçücük varlığına son derece kıymet veriyorlardı.
Bir ara iki hanım belirdi, sokak başından. Onlar da diğerleri gibi küçük kızı görüp duraksadılar. Biri, “Allah ne güzel kullar yaratıyor.” diye hayranlığını belirtirken, diğeri sanki elinden bir şeyleri çalınmış, hem de o küçük kız çalmış gibi bir tavır içine girdi. “Şu gözlere bak! Bu gözler bende olmalıydı. Hep istemişimdir böyle güzel, mavi gözlerim olmasını!” diye söylendi. Arkadaşı derin bir hayret duygusu ile ona bakarken, ne diyeceğini şaşırmış gibi davrandı bir an. Sonra kendini toparladı ve konuştu.
“Arkadaşım, onlar ne biçim sözler öyle. Sen bu güne kadar bu kahverengi gözlerin sana verildiği ve onlarla gördüğün için şükrettin mi hiç? Duyduğun, yürüdüğün, ellerinle tutabildiğin ve daha Rabbinin sana verdiği sayısız nimet için ne kadar şükrettin? Gözlerin mavi olsaydı, daha başka mı görecektin? Seni başkaları, seni aynalar görecekti. Seni, sen göremeyecektin. Görmek değil de, güzel gözlerin için övünmekse maksadın, sen görmek fiilinin insana niçin verildiğinin asla farkında değilsin. Birçok insan dünya gözüyle bir kere olsun görebilmek için can atıyorken, sen görebildiğin için ne yaptın?”
“Çok celallendin be arkadaşım. Ne oldu sana birdenbire?” sorusuyla kendisine karşı çıkan arkadaşına daha da bir celallendi. “Sen bakış açını değiştirmezsen, gördüğün neye yarayacak ki? Gördüklerinden hiçbir şey anlamıyorsun. Kalbine zulmetler, karanlıklar yağdırıyorsun. Allah adına bakmıyorsun ki! Sadece bakıyorsun. Kalbindeki iman gözü açılmadıkça, sen gördüklerinden hiç bir tat almayacaksın. İman gözü açılırsa, baştaki göz de hayra ve güzelliğe açılır. Ne demiş Bediüzzaman, ‘Güzel gören, güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.’”
“Ya arkadaşım ben konuştuklarından sonra derin bir pişmanlık içine düştüm. Tövbe ediyorum dediklerime. Allah affetsin günahımı. Bakış açımı değiştireceğim, bundan sonra. Ben de güzel görmek, güzel düşünmek istiyorum. Güzel görmek ve mutlu olmak istiyorum. Gel biz eve gidelim de, sohbetimize orada devam edelim. Benim şu anda senin sohbetine fevkalade ihtiyacım var. Belki de epeyce bir ağlamak istiyor canım.“
Kucaklaştılar ve evlerine doğru yöneldiler. Onlara hayretle bakan küçük kızı da ihtimamla okşadılar. Zira o, belki de o küçücük haliyle, hiç konuşmadan birinin hidayetine vesile olacaktı. Bir değişim, bir dirilişe sebep olacaktı; ama bu olanları hiç bilemeyecekti.