Ay batmak üzereydi. Minarelerin kandilleri çoktan sönmüş, tan yeri ağarmaya başlamıştı. Martıların çığlıkları serçe cıvıltılarına karışıyor, kargalarsa alabildiğine bağırıyordu.
Küçük kız sabah namazının ardından seccadesinde oturmuş gökyüzüne bakıyor, âdetâ gözleriyle hepsini kucaklıyordu. Ama ay bu gece bambaşkaydı. Âdetâ batmak istemezcesine öyle duruyor, ışıl ışıl parlıyordu.
Küçük kız seccadesinden kalktı, küçük adımlarla ileri geri yürüdü. Zihnini toplamak istercesine gözlerini kıstı. Sonra sesli düşünmeye başladı.
“Bir tarafta ay, bir tarafta güneş… İkisi de ne kadar güzel… Bu hâl bana Peygamberimi (asm) hatırlatıyor. Hani amcası Ebu Talip müşriklerin baskısı üzerine yeğenine davasından vazgeçmesini söylediğinde Peygamberimin (asm) verdiği cevap: ‘Bir elime ayı, bir elime güneşi verseler ben bu davadan vazgeçmem.’ Öyle ya, dünya tüm güzellikleri ile karşısında iken Rabbini seçmişti Peygamberim (asm). O hâlde ben de öyle yapacağım. Her hâlûkârda bu davadan vazgeçmece yok.”
Sonra gelip tekrar seccadesine oturdu küçük kız. Duâlarına devam etti… Elleri semaya, yüzü seccadesine dönüktü. Gözyaşları ise dizlerine döküldü. Semada ay ve güneş hâlâ tebessüm ediyordu…