İslâm ve çevre konusunda çalışmaları olan Ali Kocadayı ile keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. İstifadenize sunuyoruz.
Orta dereceli okullarda çevre ile ilgili projeler organize ediyorsunuz. Biraz bundan bahseder misiniz?
Yaşanılabilir bir çevre hepimizin hedefi. Söyleşinin ilerleyen dakikalarında, din-i mübîn-i İslâm’ın da bu konuda emir, tavsiye ve nehiylerinin olduğunu konuşacağız. “Ağaç yaş iken eğilir” atasözünde de olduğu gibi çevre bilinci çok küçük yaşlardan başlamalı. Bugün, “yabancı dil öğrenmeliler, çeşitli spor veya sanat alanlarında çok küçük yaşlardan itibaren bu işlere başlamalılar” dediğimiz gibi; çevre bilinci konusunda da ilkokuldan itibaren verilen bir eğitim programı daha sağlıklı sonuçlara bizi götürecektir. Şu anda bizim lise düzeyinde seçmeli bir çevre dersimiz var. İlkokul ve ortaokul düzeyinde ise belirli derslerin içinde, örneğin Fen Bilgisi dersinin içinde üniteler şeklinde çevre bilgisi veriliyor. Bu yaş grubunda da en azından seçmeli ders olarak okutulmasında fayda olduğunu düşünmekteyiz. Bu konuda neler yapıldığına gelince, Milli Eğitim Bakanlığı ve Çevre Bakanlığı ortaklığında çeşitli projelerimiz var. Örneğin; Minik Ellerden Büyük İşlere, Tohumdan Fidana Projesi. Burada ilkokul üçüncü-dördüncü sınıf seviyesindeki öğrencilerimiz, bir tohumun ev şartlarında nasıl çimlendirildiğini, onun doğayla buluşacak, toprağa dikilecek hâle gelinceye kadar –ki örneğin fıstık çamında bu süre altı ay kadardır- olan aşamaları bizzat evinde en etkili yöntem olan yaparak, yaşayarak öğreniyorlar. Bu süreçte çok önemli ve ilginç gözlemlerim de oldu çocukların üzerinde.
Paylaşabilir misiniz bu gözlemleri?
Çocuklar internetten bu işlerin oyunlarını oynuyorlar. Sanal çiftlik kuruyorlar vs. Biz çocuk larımıza, öğrencilerimize bunun gerçeğini yaptırmış oluyoruz. Yaparak, yaşayarak o fidanı belli bir süre sonra toprakla buluşturarak öğrencilerimizin doğaya, ağaca, yeşile karşı farkındalık sahibi olmalarına çalışıyoruz.
Özellikle büyük şehirlerde çocuklar o kadar kopuklar ki topraktan; domatesin ağaçta yetiştiğini, tarhananın ağaçtan alındığını düşünen çocuklarımız var.
Bahsettiğiniz gibi özellikle büyük şehirlerde fidan dikim çalışmalarında dikkatimi çeken; çocuklarımız toprağa dokunmaya korkuyor. Niye? “Ya solucan çıkarsa, öğretmenim.” Oysa solucan büyük zararlar veren, hasta eden veya yaralayan bir hayvan değil. Anadolu’daki ağaç dikimlerinde farklı manzaralar oluyor. Dikim için kazma, kürek gibi uygun materyaller de bulunduğu hâlde, çocuklarımızın hemen elleri ile işe giriştiklerini görüyoruz. Gerçekten belirttiğiniz gibi çocuklarımızın birçoğu toprağa temas etmekten çekiniyorlar maalesef. O yüzden bu eğitimleri çok önemli buluyoruz. Bizzat uygulamalı eğitimler olduğundan dolayı çok önemsiyoruz. Bu konuda sağ olsunlar, yetkililerimiz de bizlere yardımcı ve destek oluyorlar.
Kur’ân ve sünnet gibi aslî kaynaklarımıza baktığımızda, özellikle çocuklara bu eğitimin verilmesiyle ilgili neler paylaşabilirsiniz?
Öncelikle küresel bir problem olarak nasıl bir çevre sorunuyla karşı karşıya olduğumuzu az-çok göz önüne serersek daha sonra anlatacaklarımızın kıymeti daha anlaşılacaktır. Çevre problemleri dünya gündeminin özellikle son elli yıldır en çok konuşulan konularından. Birleşmiş Milletler’in, dünya ülkelerinin konuştukları en önemli konular birinci sırada ekonomik konular, ikinci sırada savaşlar ve üçüncü sırada da küresel çevre problemleri. Peki, niçin bu sorunlar bu kadar hem bütün dünyayı sarmış hem de çok konuşulur hâle gelmiş? Bunun sebebi ortada. Yüzyıl öncesine kadar alışkın olmadığımız, farkına da varamadığımız çevre problemleri –ki çevre kaynaklı kayıtlara giren ilk ölümler 1952 yılında Londra’da hava kirliliğine bağlı zehirli bir sis tabakasından dolayı dört bin kişi hayatını kaybetmesiyle olmuş. Güncel bir bilgi olarak, Dünya Sağlık Örgütü’nün yayımladığı verilere göre ölümlerin % 10’u çevre kaynaklı problemlerden dolayı. Trafik kazalarından sonra yeryüzünde can kaybının yaşandığı en önemli alan çevre problemleri. Yine yapılan araştırmalara göre küresel ısınmanın tetiklediği çevre problemleri ya da tersinden söylersek çevre problemlerinin tetiklediği küresel ısınma, şimdiye kadar yeryüzünde görülen tahribatın en önemlisi ve dünyanın başına gelmiş en büyük felâketin habercisi. Günümüzde önde gelen kozmolojistlere göre dünyamız ortalama 4,6 milyar yaşında, dünyamızın başına gelen en büyük felâket ise çevre problemleri. Akla belki deprem, sel gibi doğal afetler veya savaşlar geliyor; ama düşündüğümüz zaman doğal afetlerin, örneğin bir depremin etkisi lokal, sınırlı. Belli bir süre sonra da etkileri ortadan kalkar. Fakat çevre problemleri sadece kaynaklandığı coğrafyayla sınırlı kalmayıp bütün dünyayı ve evreni etkisi altına alan problemler. Dünya Sağlık Örgütü’nün “Yeryüzündeki ölümlerin yüzde onu çevre problemlerinden kaynaklıdır” demesini doğru okumak ve anlamak lazım. Çünkü bizler her şeyi kirlettik. Toprağı kirlettik, besin dengemiz bozuldu, sağlıklı beslenemez olduk. Suyu, havayı kirlettik. Sağlıklı su içme, sağlıklı hava teneffüs etme imkânından mahrum kaldık. Çevre problemleri bu yoğunlukta ve böyle küresel etkileri olan bir hâlde iken, çok önemli olan bu konuda, ülkemizde yetmiş dokuz milyon, dünyamızda sekiz milyar insanlık âleminin konuştuğu ve etkilendiği böyle bir konuda son din olan İslâm’ın, onun yüce kitabı Kur’ân-ı Kerîm’in ve yüce Peygamberi Efendimiz’in (asm) yönlendirmelerinin, emir ve nehiylerinin olmaması aklen mümkün değildir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm bütün çağlara, bütün sorunlara hitap etme iddiasındadır ve geride bıraktığımız on beş asırda da bu iddiasını gerçekleştirdiğini gördük. Yeterki biz Kur’ân’ı ve hadîs-i şerîfleri bilimsel veriler doğrultusunda samimi bir yaklaşımla anlamaya ve irdelemeye çalışalım. Eğitimle ilişkilendirebilmek için şunu söyleyebilirim; mesela biz çocuklarımıza cenneti anlatırız. Bir çocuğa “Cenneti tarif et” desek, muhtemelen “ağaç, orman, akarsular, meyveler, bitkiler yani yemyeşil bir yeryüzü, masmavi bir gökyüzü” tarifi yapacak. “Cennetin resmini çiz” desek, yine öyle bir tabloyla karşılaşacağız. Yani Cenab-ı Hakkın, kendi emir ve yasakları doğrultusunda yaşamını sürdüren insanlara vaad ettiği Cennet’in “bahçe” anlamına geldiğini ve bunun da içinin ayet ve hadislerden öğrendiğimiz kadarıyla yeşillik, mavilik şeklinde tasvir edilmiş olduğunu görüyoruz. Bütün bunlar bizim korumamız gereken ama yeterince korumayı başaramadığımız şeyler. Tabiî Kur’ân-ı Kerîm’in îcaz özelliğiyle âyet-i kerimelerin günümüze ışık tuttuğunu görebilmemiz lazım. Mesela Hindistanlı âlim Abdülhafız el Basrî, yaptığı bir araştırma sonucunda Kur’ân-ı Kerîm’de çevreyle ilgili doğrudan veya dolaylı olarak beş yüz ayet olduğunu söylemiştir. Bunlardan yola çıkarak da İslâm çevre ahlâkının prensipleri vazedilmiştir. Çevre problemleri insanlık için belki çok yeni problemler; ama din-i mübîn-i İslâm ve Kur’ân-ı Kerîm bu konulara on beş asır önce yer vermiş. Peygamber Efendimiz’in (asm) hadislerinde de çevrenin, havanın, suyun temizliği, ağaçların, ormanların korunması, hayvanların hukukuna riayet gerçekten çok detaylı bildirilmiş. O prensiplerden birkaçını zikredelim isterseniz. 1950’lerde hissedilmeye başlayan çevre problemlerinin 1980’li yıllara kadar teknoloji kaynaklı olduğu zannedildi. Ve zannedildi ki teknolojiyi ne kadar az kullanırsak, ne kadar teknoloji düşmanlığı yaparsak o kadar çok çevreyi korumuş oluruz. Ancak 80’li yıllardan itibaren bunun teknolojiden ziyade bozuk ve yanlış insan davranışlarından kaynaklı sorunlar olduğu anlaşıldı ve çevre ahlâkı denilen bir kavram ortaya atıldı, yine Batılılar tarafından. Bu çevre ahlâkı dediğimiz kavramın altını dolduracak ve daha iyi anlaşılmasını sağlayacak prensiplerden Kur’ân-ı Kerîm’in ışığında bahsedecek olursak; öncelikle yaşadığımız çevrenin yegâne sahibinin Cenâb-ı Hak olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Kur’ân-ı Kerîm’in birçok yerinde “yerin ve göğün, her ikisi arasındaki her şeyin yegâne sahibi Allah’tır” vurgusu sık sık yapılmaktadır. Yani “Ben çevreye duyarlı olacağım, çevre konusunda dinimin hassasiyetlerini öğrenmek istiyorum” diyen bir birey öncelikle yaşadığımız çevrenin her şeyiyle; ağacı, taşı, toprağı, bulutu, yeri, göğüyle Cenâb-ı Hakka ait olduğunu bilip anlamalı. Evren, yaşadığımız dünya her şeyiyle Cenâb-ı Hakkın ise insanın pozisyonu nedir? İnsanı evrenin kiracısı olarak görebiliriz. Yani kirada bulunduğumuz bir evde, dairede, dükkânda nasıl ki kafamıza göre, sınırsız tadilatlar yapamadığımız gibi yeryüzünde de böyle hoyratça, dilediğimiz gibi tasarruf etme yetkisine sahip değiliz. Bunu kabullenmemiz lazım. Bir diğer husus; yaşadığımız çevrenin bizlere emanet olduğu bilinci. Cenâb-ı Hak yine Kur’ân-ı Kerîm’de “O, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı” buyurmuştur. İlginçtir, arkasından gelen 30. ayette de insanoğluna halifelik misyonu yüklemiştir. Öyleyse birinci prensibimiz; evrenin tamamı Allah’a aittir. İkinci prensibimiz de Cenâb-ı Hak insanı halife olarak yaratmıştır. Halifelik kelimesinin anlamlarına baktığımızda hep bir koruyuculuk, kollayan, gözeten, sahip çıkan misyonları verilmiş. Dolayısıyla insan yeryüzünün halifesidir, yeryüzünü bütünüyle koruyan, kollayan konumundadır. Bu, toplumdaki tüm bireyleri ayrı ayrı ilgilendiren ve sorumlu tutan bir kavramdır.
Devamı Bizim Aile Ekim sayısında…