Güzel bir gün ve anneler çocuklarıyla birlikte parka gitmişler. Küçük çocuklar sallanıyor, kayıyor, koşturuyor ve bu güzel günü kendilerinden geçmişçesine yaşamaya çalışıyorlar.Çocukların en mühim gıdalarından biri de oyun. Öyle ki çocuk oyun içinde kendini unutur,hatırladığı zaman akşam olmuştur. Anneler ellerinde örgüleri, dantelleri, hem sohbet ediyor, hem de çocuklarını gözetliyorlar.
Ev işlerinden uzakta, rahatlamış ve sanki bütün problemlerinden kurtulmuş gibiler. Arada bir kalkıp, belediyenin yaptırdığı spor aletlerinde bir miktar çalışıp yine oturuyorlar.Fazla yorulmak işlerine gelmiyor. Muhtemel eve dönünce kendilerini bekleyen işleri düşünüyorlar.
Az ileride onlardan ayrı yere oturmuş, küçük çocuğunu sallamakta olan bir kadıncağız var. Kendi halinde, sakin birisi. Belki de bu şehre yeni gelmişler. Grup kadınlar onu merak etmelerine rağmen, daha henüz sorgulayabilmiş değiller. Hanımın bu gün tatil olduğu için okula gitmemiş yedi yaşlarındaki oğlan çocuğu da kaydıraktan kayıyor.
Bir ara ezan okunuyor. Küçük çocuk hareketleniyor. Namaz takkesini başına takıyor. “Anneciğim ben abdestimi camide alırım. Hemen namaza gideyim.” diyor. Cami parka bitişik. Çocuk koşarak gidiyor.Anne çocuğunun tavrına alışık olduğu için biraz tepkisizce. “Tamam canım. Gecikme, hemen buraya gel olur mu? Merakta kalmayayım.” diyor.
Uzaktaki grup kadınlar cemaati, bütün dikkatlerini yalnız kadının canibine gönderdiler. Dikkatle oraya bakmaya başladılar. Ne oluyordu ki, bir küçük çocuk, hiç bir zorlama olmadan kendi isteğiyle camiye gidiyordu. Bu yaşta çocuğu namaza göndermenin sırası mıydı. Daha çok vakit vardı.Onlara göre çocuk küçüktü. Ne yaptığını biliyor muydu bakalım? İleride kendi hür iradesi ile ister yapar, ister yapmazdı. Mutlaka annesinin zorlaması vardı. Bir sürü yorum yaptılar ama yorulmadılar.
Birazdan namaz kılınmıştı ve küçük çocuk annesinin uyarısını dikkate alarak, hemen gelmişti ve gecikmeden oynamaya koşmuştu. Çocuk çok mutluydu. Namazın şuurunda ve görevini yerine getirmenin rahatlığı içinde idi.
Grup kadınlardan biri ayrıldı, bu işi sorgulamalıydı. Kadıncağızın küçük çocuğunu oynattığı yere yöneldi. Yanına kadar sokuldu.
“Merhaba. Buralı değilsiniz galiba.”
“Evet. Kocam bu şehirde bir iş buldu. Bir müddet sonra bizi de aldı. Alışmaya çalışıyoruz işte.”
“Bir şey soracağım. Bu çocuk ne kadar zamandır namaz kılıyor? Siz mi zorluyorsunuz?”
“Yok zorlamıyoruz. Ben bir anne olarak, bildiğim, öğrendiğim kadarıyla onlara dinî bilgileri, Allah muhabbetini ve dünyaya neden geldiğimizin sebeplerini ve görevlerimizi anlatmaya çalışıyorum. Onlar da muhabbetle ve severek Rablerine karşı vazifelerini yerine getirmeye uğraşıyorlar. Asla zorlamıyorum.”
“Peki, yine de oyun çağındaki bir çocuk için bunca ibadet zor değil mi? Erkenden çocuğu niye zorluyorsunuz ki?”
Kadıncağız şöyle bir yutkundu, cevap verdi. “Hanımefendi, taş üzerine tohum ekilir mi? Ekilse de durur mu? Sümbüllenebilir mi? Her şeyin bir vakti var. Bu çocuk büyüdükten sonra, bu bilgileri alsa da içindeki ruhu kavrayabilecek mi? Çünkü kalbi maya tutma hasiyetini kaybetmiş olacak. Belki toprağı taşlaşmış olacak. Artık istesen de hiç bir maneviyat tohumunu ekemeyeceksin. Bu çocuklar sana verilmiş bir emanet olduğu için de sen elbette mes’ul olacaksın. Ben bir anne olarak görevimi yapmak zorundayım.”
Sorgulayıcı kadın verecek bir cevap da bulamadı. Şöyle bir yutkundu. ”Tamam canım. Hayırlı olsun yeni işiniz, yeni şehriniz. Hoşça kal.” diyerek grubun yanına döndü. Onlar olanı biteni mütalaa ederken de yalnız kadın çocuklarını da alarak evinin yolunu tuttu.
Gruptaki kadınlar bu mevzuyu epey tartıştılar. En çok da “Taşa tohum ekilmez” sözü üzerinde durdular. Demek ekilemiyor ki, bize hiç bir şey tesir etmez olmuş. Zavallı masum kadıncağızı sorgulamaya gittik.” dediler. Bu pişmanlık zaman içinde kalplerini yumuşatıp, onları namaz kılar hale getirince de “Demek tohum tuttuk, sümbül de verdik.” diye sevindiler.