Bildiğimiz üzere geçtiğimiz ay Bediüzzaman’ın vefat yıl dönümüydü. Rahmet duasına vesile olması münasebetiyle bir yazı kaleme almaya niyet ettim. İnşallah üstadın çocukluğundaki bazı ilginç hallere değineceğim. Sizleri de bu yazıyı okurken kendinizi onun yanında hissetmenizi temenni ediyorum.
Said Nursi doğmadan evvel Bitlis ahalisi vakit buldukça bir araya gelir pek çok meseleyi müzakere ederlerdi. Hususan Nurslular düşünen insanlardı. Zamanın dehşetli meselelerini mülahaza ederek, zamanın kurtarıcısının ancak büyük bir şahsiyet olabileceğini düşünüyorlardı. Gelecek müceddidi ümitle bekliyor ve zamanın sesinin nereden çıkacağı merak konusu oluyordu.
Bir gün Said Nursi’nin babası Mirza Efendinin de bulunduğu bir sohbet ortamında bir çocuk gelip Mirza Efendiye bir oğlunun doğduğunun müjdesini veriyor. Ahali de Mirza Efendi’nin soylarının Peygamber (asm) soyundan geldiğini bildikleri için, bu çocuk zamanın güneşi olabilir mi diye düşünüyorlar. İçlerinden biri bu soruyu seslendiriyor. Babası da “Haberi alınca kalbimden geçmedi değil. Ama bunca ilim deryası, fazilet ummanı, zikir sahraları varken, asrın adamı bu dağa düşer mi dersiniz?” derken “Işık önce dağa vurur Mirza Efendi” cevabını alıyor. Bu cevapla sükunet çöküyor..
Ve ardından yine ilginç bir hal daha gerçekleşiyor. Haberi getiren çocuk Mirza Efendiye “Müjdemi isterim” dedikten sonra, “Ne istersin” denildiğinde “Allah razı olsun de yeter” diyor. Bu sebeple de babası Said Nursi’ye göbek adı olarak Rıza ismini veriyor. Daima rıza-ı İlâhî peşinde koşan biri oluyor hayatında.
Devamında annesi doğumundan evvel ve doğumunda gördüğü bazı hallere hayret ederken ebenin de aynı hayretlerde olduğunu seziyor. Ebe “Bu çocuğu büyük zata bağışla ki onu himaye etsin, korusun” diyor. Nuriye Hanım ise Allah’a bağışlıyor. İlerleyen yaşlarında da Bediüzzaman yine yaşı 13-14 civarı riyazete başlıyor. O yaşta bir çocuk riyazete girip, nefsini terbiyeyi maksat ediniyor.
Bir başka hatıraya geçecek olursak Said Nursî küçüklüğünde geceleri camiye Kur’ân dersi almaya gidiyor. Fakat gidip gelirken önce gözüne sonra kalbine takılan bir hal onu etkiliyor olacak ki, eve geldiğinde annesi halinden sezerek soruyor ve şu cevabı alıyor. “Geceleri camide idare lambası yakılıyor. Ve aydınlığı gören kelebekler de o lambaya gelip, yanarak ölüyorlar.” Hazinle söylendiği için bu sözler, babasını da etkiliyor. Lambaların etrafına kafesçikler yaparak onların ışıktan faydalanıp yanmalarına engel oluyorlar. Bediüzzaman da artık rahat-ı kalb halinde derslerine devam ediyor. Evet daha küçükken kelebeklerin yanmasına müteessir olması onun ileride belki de insanların Cehennem ateşinden kurtulmaları için imdatlarına koşacağına işaret oluyor. “Şefkat dersimi annemden aldım” diyen Üstadın şefkatine bu da bir örnek oluyor.
Şimdi bizlere düşen vazife böyle müşfik Üstada şefkatli talebe olabilmek. Aynı zamanda mesleğimizin dört esasından biri olan şefkat esası da buradan anlaşılıyor ki pek ehemmiyetli. Demek iman hizmetinde şefkat esas olmalı ve şefkatle muamele edilmeli. Müspet hareketin bir manası da bu olsa gerek. Rabbimiz bizleri Üstadımıza ihlaslı ve şefkatli talebelerden eylesin inşallah. Vefatının 57. senesinde bir kez daha rahmetler olsun.
Mekanın Cennet olsun Üstadımız…