Lokman oğluna şöyle öğüt verdi:
“Yavrucuğum, Allah’a ortak koşma! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür.”1
“Babalar ve oğullar…” denilerek bugüne değin çok şeyler yazıldı, söylendi muhakkak… Peki ya “babalar ve Allah”…
Buna dair de, elbette çok hakikatli sözler ortaya kondu. Ama bir tanesi var ki, Sözlerin Sultanından çıktı:
“Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir, hepiniz Adem’in çocuklarısınız…”
Veda Hutbesi’nde yer alan, insanlığı “birliğe, bir olmaya” davet eden ve muhtemelen bütün peygamberlerin de ortak ifadesi olan bu cümle, tevhid hakikatini “babalar”ın dünyasına ayrı bir hususiyetle taşıyor sanki.
İlk peygamberin, ilk insanın ve “ilk baba” nın da bütün insanlığa “ilk ve en önemli mesajı”nın ne olduğunu hatırlatıyor bize: “Allah birdir!”
***
Babalar olarak kendi hayatımızla ilgili sorgulamamız gereken çok şey var şüphesiz. Bunlardan birinin de “Sahiplik” duygusu olduğunu düşünürüm hep. Aynı şey anneler için de geçerli tabii. Kast ettiğim, hayata ve hayatın içerisinde bir şekilde “Sahip olduğumuzu” düşündüğümüz kıymetlere “Emanet” şuuruyla bakıp bakamadığımız… Muhakkak her insan bu duyguyla imtihan olunuyor, ama ebeveynlerin evlatlarıyla kurdukları ilişkide bu duygunun önemli bir fonksiyonu olduğunu düşünüyorum.
Evladına “Emanet” şuuruyla yaklaşan ebeveyn ile onlara “Sahip olduğunu düşünerek” yaklaşan ebeveynlerin çocuklarıyla olan iletişimlerinin niteliği arasındaki fark derin olsa gerek. Bazen şakayla karışık da söylense, “Ben sizin babanızım, ben ne dersem o olur” düşüncesinin izlerini toplum içinde görmek mümkün.
Tam da burada Hz. Ali’nin (ra) “Allah beni yaratırken babama sormadı ki…” ifadesi meselemize ışık tutuyor. Hayatın her alanında olduğu gibi baba-evlat ilişkisi de “İman/tevhid” üzerinden kurulması gerekiyor. Her istediğini evladına dayatan bir anne-baba portresi insaniyete de, İslâmiyet’e de sığmıyor, yakışmıyor. Çocuk yaştaki Hz. Ali’nin Müslüman olup olmamak hususunda sergilediği tavırda olduğu gibi çocuklar, ebeveynleriyle olan ilişkilerinde merkeze “Allah’ın rızası”nı koymalı. Ebeveynini hoşnut etmenin yolunun Allah’ı hoşnut etmekten geçtiğini bilen bir evlat, Rabbine iyi bir kul, anne babasına da salih bir evlat olacaktır zaten.
Aynı şekilde evladıyla olan ilişkisinde, merkeze yine “Allah rızası”nı koyan ebeveyn de, bu hususta sağlıklı iletişimin en temel esasına riayet etmiş olacaktır. Bu riayet de, evladını “sahiplenmek”ten ziyade ona “emanet” şuuruyla yaklaşmayı netice verecektir.
Evladına karşı “Sahiplik/mülkiyet” duygusundan ziyade “Emanet” şuuruyla yaklaşan anne babalar ise, her şeyden önce kendilerine iyilik yapmış olacaklar. Çünkü “Mülkü Malikine teslim etmek” suretiyle, daha baştan cefasını değil sefasını sürmeye talip oldukları bir “Nimet”e kavuşmuş olacaklar. Bu dünyada külfetsiz nimet yoktur elbette. Ancak bu, rahmeti için katlanılabilir bir zahmettir. Evlatlar açısından da, daha özgür bireylerin yetişmesine vesile olacaktır böylesi bir yaklaşım. Zira evladını, Rabbi tarafından kendi uhdesine verilmiş şirin bir emanet olarak algılayan ebeveyn, çocukları üzerinde “Nefsî sultası”nı kurmaya kalkmayacak, evladını kendi heveslerinin kurbanı etmeyecektir.
Eğitimin aileden başladığı dikkate alınırsa, tevhid zemininde inşa edilmiş böylesi bir aile yapısının fert ve toplumların dünyevî-uhrevî saadetleri açısından ne kadar mühim olduğu aşikârdır. Bu konuda en büyük görev de, dinin kendisine “Kavvam” rolünü biçtiği ve aileye “Çoban” tayin ederek “Mes’ul” kıldığı erkeğe / kocaya / babaya düşüyor şüphesiz. Her ne kadar yuvayı diş kuş yaparsa da, aile reisi konumundaki babanın etkisi de göz ardı edilemez.
O halde, “Tevhid eksenli mutlu yuvalar” için iş başına! Rabbiyle irtibatını sağlıklı kurabilmiş anne-babalardan sağlam karakterli ailelere, oradan da mutlu ve huzurlu bir topluma adım adım…
Dipnot:
Lokman Suresi: 13. ayet