Daha bu dünyaya gönderildiğinde şefkatli bir annenin kucağına teslimdin acizliğinle. En nazik bir yüreğe emanet edilip, çok sevilip, sahiplenilecektin. En latif gıdalarla beslenecektin. Bedenini, varlığını, tüm ihtiyaçlarını, rızkını o vermişti sana, bütün varlıklara ihsan ettiği gibi. Hak sahibine hakkını veren uçsuz bucaksız kâinattan süzüp bir öz ettiğinde seni, sonsuz âlemlerden de alıp gelmişti. Ebediyete namzet olan sana, sonsuzluktan müjdeler getirmişti.
Hassas terazilerde tartılıp, incecik hesaplamalarla ölçülüp biçilerek giydirilmiş maddi-manevi bedeninde Rahîmiyetin cilvesiyle, Adl isminin pırıltısıydı azaların, duyguların, ruhun, özün. Halife-i arza yaraşır şekilde, suretinde, libasında… İleride doymak bilmeyecek nefsinin habercisi miydi sık sık acıkmaların? Ebediyete olan aşkının itirafları mıydı yoksa ağlayışların? Şefkatli bir ele sığınmak isteyişinde hangi duyguların gizliydi ki, validenin tatlı tokadından korkarak dahi olsa bile?
Göz kapaklarına kirpiklerinin dizilişinden tut, ta her bir kirpiğin haddini aşmayıp emre muti kalışına… En yakın şahitti gözlerin. Zira çok uzakları, karanlıkları, mikroskobik varlıkları göremeyişin gibi, bazı olur burnunun dibini dahi göremez olursun.
Hâlbuki şimdilerde gözlerin ufuklarda, başın ise en yüksek dağların zirvelerindeymişçesine gezersin yeryüzünde. Açılan her bir pencerede, tazelenen her bir kâinat sahnesinde ardı arkasına aralanan perdelerde kendini ve etrafını, yaşamını ve diğer hayatları, sırf gözün olduğu için mi görebiliyorsun sanırsın? Kalp ayinelerinin şahadet âlemini temaşa hakkı, sırf müsaade buyrulduğu kadar değil miydi?
Aklının içinde dimağını, kalbinin inceliklerinde muhabbetini, ruhunun derinlerinde ise ebediyetini barındırana… Nefsini kudret elinde bulundurana… “Kâlû belâ” dan dünyaya, dünyadan alıp ukbaya gönderecek o Zata gafil olup… “Sırf dünya için(im)” demekle mi tüketeceksin nefeslerini daha?
Uyan! Sen aciz insan! Zîhayat, zîşuur, zîfikir… Hem zayıf, hem de fakir. Hem aciz, hem asî. Hem zayıf, üstelik riyakâr. Sonsuz ihtiyaçlar içinde kıvranan bir fakir olduğun halde, bir de kibirli! Seni var edip, varlığından haberdar etmedi mi Rabbin? Yıllar önce sana kol kanat geren o iki varlığa…
“Evet dünyada en yüksek hakikat, peder ve vâlidelerin evlâdlarına karşı şefkatleridir. Ve en âlî hukuk dahi, onların o şefkatlerine mukabil hürmet haklarıdır. Çünkü onlar, hayatlarını kemal-i lezzetle evlâdlarının hayatı için feda edip sarfediyorlar. Öyle ise, insaniyeti sukut etmemiş ve canavara inkılâb etmemiş herbir veled; o muhterem, sadık, fedakâr dostlara hâlisane hürmet ve samimane hizmet ve rızalarını tahsil ve kalblerini hoşnud etmektir.”
Ne oluyor sana? “Ey israflı, iktisadsız, ey zulümlü, adaletsiz, ey kirli, nezafetsiz, bedbaht insan! Gözlerin temaşaya, aklın tefekküre, dilin tezekküre, kalbin temayüle, ruhun tekâmüle, nefsin tevazua muhtaç iken…
İman ile dünya imtihanından azat olmak varken…
Temaşayı bırakıp telaşeye düşersin, yeisle bürünüp yaratanına küsersin, esbap-tesadüfe takılıp nefsin oltasında yem olursun!
Ne oluyor ki sana, koskoca kâinattaki adalete kör olup başına zülüm külahını giydin?
Gözün haddi görmekse, kulağınki işitmek. Elinki tutmak, kalbinki sevmekse… Aklın haddi düşünmek ise elemi vereni, o elemi deşmeden! Ruhun haddi hududu yok ise yükselmede ceset hapsinde olsa bile… Teatine takat ebedi ihsandan ise… Masiyetin vahşi şekline göz kapayabilmek, ebede bakabilmekle oluyor ise şayet!
Ya mevcudatın her halini hayra yormak, onları öksüz-yetim olmaktan kurtaran, ruhunu da o elim haletten kurtarmaktaki sır imandan ise!
Yerdeki karıncaya, bahçendeki çiçeğe, gökteki kürelere… Kucağındaki masum yavruna, elinden tuttuğun eşine, yamacına sokulduğun ailene, yuvana, yurduna…
Tüm âlemin görünenine, görünmeyenine rabıtası var ise bu insanın…
O halde adaleti yaşamak üzerine haktır. Kendi üzerinde hakkı olan ve şu zamanlarda da pek ihtiyarlamış olanları ihmal etmeden!