Afâka açılan iki küçük penceremizdir göz ve kulağımız. Ancak bütün o güzellikleri temaşâ eden ve kâinattaki İlâhî musikiyi huşû içinde dinleyen ruhumuzdur. Koskoca âlem ruhumuzla buluşabilmek için o mercek kadar küçük ve dar bir menzilden süzülüp girer ruh dünyamıza. Vücut evimiz ıssızlıktan kurtulup şenlenir böylece. Yaradan’dan gelen mektupları okuyabildikçe zenginleşir tendeki ruh cevheri.
Ruhumuz sadece afâkî âlemle değil, bedenimizin de her bir hücresiyle alâkadardır. Cüzlerimiz arasında bağ dokuyucudur. Ayrıldığında ise adeta bütün dünyayı etrafında döndürmeye çalıştığımız, hatta ruhumuza bile sürekli tavaf ettirdiğimiz maddi varlıklarımız et-kemik; tuğla-teneke yığınlarına döner bir anda… Ruhu sadece maddi âlemdeki vücudumuzu sürdürmeye yarayan bir araç olarak görürsek, kocaman kanatlarıyla Marifetullah’ın yüksek semalarında süzülmeye yakışan zümrüd-ü anka gibi bir kuşu, ten kafesimize esir etmiş olmaz mıyız?
Kâinattaki her bir ulvî hakikat ruhumuzun hususi gıdasıdır. Her hadisenin incitebileceği kadar nazenin ve kırılgan o ipek kanatlarının yaralarını mânâ âlemindeki devalarla sarabilir insan. Mânâların en güzeli ise merhametlilerin en merhametlisi olan Cenâb-ı Hakkın eşsiz isimlerinin manalarıdır.
Bütün yeryüzünü bir nimet sofrası olarak yaratıp rengarenk çiçeklerle, mis gibi kokularla bizi bu güzel sofraya davet eden Âdil-i Rahîm-i Mutlak’ın aziz bir misafiri olduğumuzu irâe etmek, ruhumuzun hakiki bir gıdası değil midir?
Ruhsuz gibi gördüğümüz kâinat, Cenâb-ı Hakkın onda tecelli eden isimlerini görmemizle ruhlanır, nurlanır, şenlenir. İnsan ruhu da şen olur böylece. Çünkü her şey insana o zaman dost ve akraba görünür. Dost meclisleri ise insanın kendini güvende hissettiği sevgi çemberinin ta kendisidir.
Hani demiştik ya ruh evimiz. Hangimiz ister ki evimizin duvarları siyah olsun, ışığı hiç yansıtmasın? Gerçi güneş, siyah duvara da gönderir yedi rengini ama onları yansıtma özelliği olmayan tek renk siyahtır. Çünkü siyah renk güneş ışığındaki yedi rengi soğurur, yutar, emer, kaybeder. Pırıl pırıl güneşin hiçbir rengini yansıtmaz. Âdeta gasp eder. Beyaz ise ışığın hiçbir rengini soğurmadan en küçük renk partiküllerini bile yansıtır; her şeyi sahibine teslim eder.
Biz de bu kadar ikramı, in’amı, şefkati görüp, güzel bir surette kabul etmezsek, mülkü asıl sahibine teslim etmezsek, sahiplenirsek işte o zaman ruh evimizin rengi olarak siyahı seçmiş olmaz mıyız?
Hatta yanımızda miyavlayan aç bir kediye duyarsız kalmak ve sahibi biz olmadığımız ve bize de merhameten verilmiş birkaç lokmayı paylaşmamak, ruhumuzu acıta acıta kamburlaştırmaz mı? İşte o zaman ruhumuzun hazin çığlığı kedinin miyavlamalarından daha acı verici olmaz mı? Çünkü elbette rızkı veren Allah kediciği mutlaka doyuracaktır. Peki ya inandığını yaşamadıkça, yaşadığına inanma tehlikesine maruz bizler ruhumuzun bu nevi çığlıklarını artık alıştığımız için duymamaya başlarsak…
İşte İslâmiyet’e layık doğruluğu ve doğru İslâmiyet’in nasıl yaşanacağını bu asırda gösteren Bediüzzaman Hazretleri, evine gelen kedileri misafir olarak ağırlarcasına ikramda bulunmamış mı? Bir parça kuru ekmeğinden onlara ikram etmemiş mi? Kendisini tok edecek çorbasının tanelerini cumhuriyetçi karıncalara vermemiş mi? Herhalde Said Nursî’yi “Zamanın Bedî”si yapan insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyet’i, ruhunun derinliklerine kadar özümsemiş olmasıydı.
Zindanda dahi olsa saraylarda gibi bahtiyar olmak…
Esaretteyken bile ruhuna şahane hürriyeti yaşatmak…
Raks eden liseli kızların âkıbetine dayanamayarak ağlamak…
Kim bilir; belki o zaman gözyaşları rahmet kapısına ulaşıp Gençlik Rehberi ve Hanımlar Rehberi olarak sağanak sağanak yağıp kupkuru çolak kalplerde yediveren gibi, her koşul ve şartlarda açan Gül-ü Muhammedî (asm) olan iman çiçeklerini yetiştirdi. Ve Kur’ân’ın bir nev’’i i’cazı, Cenâb-ı Allah’ın bu asır insanına en kıymetli hediyesi olan bakî elmasları Risale-i Nur adı altında ahir zaman insanının avuçlarına bıraktı.
Evet, Risale-i Nur’lar bakî elmastırlar. Yakut, zümrüt de değerlidir ama sadece kendilerinde olan o tek rengi yansıtır. Oysa elmas güneşi yansıtır; belki de Risale-i Nur hakikatlerinin elmas olarak nitelendirilme sebebi de budur. Çünkü Risale-i Nur, müellifinin rengine boyanmamıştır. ”Bu eserler benim değil, Kur’ân’ın malıdır.” derken Üstad Hazretleri tevazu yapmıyor, hakikati beyan ediyor.
İnsanlardan istiğnası ile bize Risale-i Nur’u, Risale-i Nur’dan dinlememizi ders veriyor. Aracısız bir şekilde güneşi gösteriyor. “Sadece gözünü aç, bak” diyor. Dikkat ve tetkik ederek okumamızı söylüyor.
Risale-i Nur enaniyetten insaniyete olan yolculuğumuzda, yolumuzdaki uçurumlara köprüler kuruyor. Dağlarvarî dalgalar içindeyken sığınacak güvenli limanlar inşâ ediyor. Ruhumuza çok iyi bakıyor…
*Şeyda Ünal