Küçük Sözler’i bir de bizde olması ve olmaması gereken ahlâklar vechesinden birlikte okumaya ne dersiniz?
Ahlâk üzerinde önemli bir etkiye sahiptir hikâyeler. Bunun için Kur’ân-ı Kerîm insanı irşâd ederken, iliklerimize kadar işleyen peygamber kıssalarını anlatmıştır. Helâk olan sapkın kavimlerin dehşet verici azapları ile peygamberlere tâbi olanların mucizevî şekilde kurtuluşa ermeleri…
“Mevlâna zamanında gelseydim Mesnevî’yi, Mevlâna bu zamanda gelseydi Risâle-i Nur’u yazardı” diyen Bediüzzaman Hazretleri, iman hizmetinde İslâm ahlâkının üzerine bina edilen “doğru İslâmiyet”in anlaşılmasının şart olduğunu ve bunu da, temsilî hikâyeleri bir bürhan ve reddolunmaz bir delil sağlamlığında aklın ve hayâlin eline vererek gerçekleştirmiyor mu? Mevlâna Hazretleri de o asrın söz sahibi olarak kıssadan hisseleri etkin bir metot olarak kullanmamış mı?
26. Söz’de cüz-i ihtiyarînin üssü’l-esâsı meyelândır diyor. Yani tercihlerimiz aslında küçük yaşlarda şekillenmeye başlıyor. Bu sebeple anne ve babalar çocuklarına ibretli hikâyeler ve peygamber kıssalarını okumayı hiç ertelememeli. Hatta bebekken Kur’ân ile ilahilerle ve ruhunu saran ninnilerle uyutmanın, ileride onda ahlâk olacak meyillerin şekillenmesindeki önemi çok büyük. Çünkü her ne kadar çocuk sinn-i kemâle gelmese de, aklen mesul olmasa da “Şefkat duygusuna aykırı olarak bir hayvana zarar verse, düşer ayağını kırar.” diyor Bediüzzaman Hazretleri. Yani ahlâkların mesuliyeti, o yaşlarda başlıyor ve bu şekillenme son nefesimizi verene kadar devam ediyor.
Risale-i Nur Külliyatına “Bismillah her hayrın başıdır” diyerek başlayan Bediüzzaman Hazretlerinin saymaya başladığı ilk ahlâklar da; mağrur, gururlu olmak ve mütevazi olmak… “Birkaç hakîkati nefsimle beraber dinle. Çünkü ben nefsimi herkesten ziyade nasihate muhtaç görüyorum.” “İki adam sahraya çıkıp gidiyorlar. Onlardan birisi mütevazî idi diğeri mağrur. Mütevazii bir reisin ismini aldı mağrur almadı.” Hani çocuklar bilmediği bir şeyi öğrenmek için ilk defa annesiyle veya babasıyla beraber yapar sonra öğrenir ya biz de üstadımızdan nasıl dinlememiz gerektiğini öğreniyoruz. Diyor ki: “Ey nefsim sen o seyyahsın.” Demek biz de o mağrur yolcuyuz. O zaman tehlike çok büyük. Yolculuk bitene kadar, ömrümüzün sonuna dek nefsimizin mağrur olduğunu bilip, onu nasihatler ile ıslah etmeye çalışmalıyız. Bunun çaresi de ancak tahkikî imandan doğan mütevazîliğin bizde ahlâk olarak yerleşmesi… Bu hakîkatin de nasıl olabileceğini Bediüzzaman Hazretleri şöyle formülize ediyor: “Allah nâmına ver, Allah nâmına al, Allah nâmına başla Allah nâmına işle.”
Allah nâmına vermek: Aslında yapmaya bizim muhtaç olduğumuz ve Allah’ın bir nimeti olarak bize nasip ettiği, bizleri vesile kıldığı hayırları sahiplenmemek, nefsimizden değil Allah’tan bilmek…
Allah nâmına almak: Bize ulaşan bütün yardımları ihsanları Allah’tan bilmek, kimseye minnet etmemek…
Allah nâmına başlamak: Celâleddin-i Harzemşah gibi “Benim vazifem cihad etmektir, muzaffer edip etmemek Allah’a aittir.” düşüncesiyle O’nun râzı olacağı işlere, neticeye gözümüzü dikmeden başlamak. O’nun hükmüne en baştan râzı olmak…
Allah nâmına işlemek: Nefsimizin istediği gibi değil de, Allah nasıl davranmamızı istiyorsa öyle davranmak… Her koşulda… Darlıkta ve bollukta…
Mağrur olmak, ya insanı küfür batağına atıyor veya îman etse de, enâniyet gibi bir büyük düşmanla, kıldan ince kılıçtan keskin bir yolda, kol kola gitme belasını başına musallat ediyor. “Hakîkaten insanda en tehlikeli damar enaniyettir ve en zayıf damar da odur. Onu okşamakla çok fena şeyleri yaptırabilirler” (29. Mektup) Bundan kurtulmak çaresi olarak da “ben” değil “biz” deyin. diyerek Bediüzzaman Hazretleri enelerimizi nahnüye dönüştürme reçetelerini veriyor, enâniyetten kurtulma çaresini gösteriyor. Bu Kur’ân hakîkatlerinin bizde ahlâk olmasını Cenâb-ı Hak nasip etsin. Âmîn.
*Şeyda ÜNAL