Dupduru simasına birer yıldız misali düşmüş iri gözleri. O simadaki renk cümbüşünün hâkimiyetini ele almış sanki gözlerinin pırıltısı. Bakışları ışıltılı olduğu kadar çekingen ve nazlı da. Her ışık huzmesiyle, ışığın renge bürünmesiyle ayrı bir hüsne kavuşur gözbebekleri. Allı morlu bir gökkuşağı sanki. Her bir tonuna sahip renklerin. En çok da yeşiline…
Simsiyah kirpikleri, milimetrik hesaplarla sıralanmış, kalp ayinelerinin olağanüstü bir hassasiyetle gayr-i ihtiyari durmadan inip kalkan perdelerine. O bir çift göze karşılık, birer mısra gibi uzanmış simsiyah kaşları, her biri intizamda kirpiklere yoldaş olurcasına. Tamamlar fani dünyanın bakiye aralanan pencerelerini. Şiir gibi. Et ve kemikten mâadâsı olmayan insan simasında bu ne tenâsüb! Bir tek şeyden her şeyi ve her şeyden bir tek şeyi yaratan Rabbi, ona “…bir cild-i basit dokumakla…”1 kalmamış, günden güne o simada ayrı bir resmi çizer de insan ancak eski fotoğraflara bakınca fark eder fazlasıyla kendisindeki değişikliği.
Bakımlı, hoş görünmek, temiz olmak, sadece bedenin değil şüphesiz güzele müştak insan ruhunun da mutlak ihtiyacı. Dünyaya gönderildiği andan itibaren fıtri bir hat konulmayan hislerin, arzuların, emellerin, insanın kendi bedeninde cüzi iradeyle sahip olduğunu sandığı hâkimiyetine sınırları çizebilmekse haram-helâl ayrımıyla mümkün ancak.
Dış dünyanın, kötü zamanın, modernliğin, çağdaşlığın, modanın, trendlerin… Çılgına dönmüş mâneviyata kör hislerin, faniye âşık olmuş bakiye isteksiz gönüllerin, durmadan şımartılmakla gitgide azan nefislerin çizdiği portreler, ortaya döktüğü profiller, durmadan yenilenen(!) kalıplar. Her biri kadın-erkek ayrımı yapmaksızın insan bedeni üzerinden yürütülen, maddede boğulmuş, mânâda gabileşmiş, fıtrattan uzaklaşmış… Kendisine emanet olarak verilen varlığına, bedenine, duygularına, hislerine, ruhuna, kalbine… İnsanın kendine ettiği kötülüğü kimse etmez iken… Hele ki kendi ruhuna, kendi yüreğine, imanına… Nefse kul olmuş hadsizlerin-hadsizliklerin elinde olmamalı-kalmamalı o insan.
Yaratılışından gelen ahengi, hikmeti, intizamı ve de doğallığını, hiçbir müdahaleyle bozmamış olmak, o simaya, o bedene en çok yakışanıdır muhakkak. Ve o simanın abdestle gelecek ışıltısı ve Rabbine vardığı secdelerinden doğacak nuru. Nursuz kalmış bir yüze, bakmayı bilemeden yaratanını görememiş bir çift göze, asi olmuş bir bedene, bin bir türlü kozmetik de uygulasak çare olamaz imansızlığımıza. Ruhumuzu imanla yüceltemedikten sonra!
Seçtiğimiz kıyafetten ses tonumuza, kullandığımız parfümden attığımız her bir adıma kadar… Fıtratımıza ters düşen, haram kılınıp yasaklanmış ya da Efendimizin (asm) sünnetine aykırı her bir işin, her bir müdahalenin o simaya, o bedene yabancı olup, yakışmayarak, sûri durması kaçınılmaz.
Her biri utangaç bakış, her biri çekingen adım, her biri alabildiğince ürkek kısık ses. Anlık bakışlar, kaybolmaya meyilli, bir tek bakışla yetinmeyi bilen ar-lı bakışlar elzem bize. Harama nazar etmemek gayreti kadar olmayacaktır hiçbir sürmenin hiçbir göze yakışanı. Santimetrekarelik bir alanda, olağanüstü bir çözünürlükle işlenmiş ki o renkler zerrelerine, her biri zaten memnun hallerinden. Gözbebeklerinde gülümserse imanın rengi. Müslüman’ı tasvir eder lisan-ı hali. Vakurdur adımı, itinalıdır duruşu, kesiftir üstü başı.
Bir dünya güzeli. Güzelliği insan olarak yaratılmasında. İnsanlığı iman ile sultan olmasında. Saltanatı, tasvir edilen hüsnü ise, üzerine hayâ perdesini giymiş takvasında. Hayâ şüphesiz her insana yakışır, en çok da şefkat kahramanı olan o kadına…
“Belki kadının en cazibedar, en tatlı güzelliği, kadınlığa mahsus bir letafet ve nezaket içindeki hüsn-ü siretidir. Ve en kıymettar ve şirin cemali ise; ulvi, ciddi, samimi, nurani şefkatidir.”2
Dipnot:
1-2: Bediüzzaman Said Nursî, Sözler