Güneş batıp-doğmuş, zamanlar tekrar tekrar ömürlerin önüne serilip, dokunmuş manzaralar. Anlık tebdillerle, sayısız tasvirlerle, eşsiz taltiflerle… Her bir mevcut vazifesini ifa etmiş omuz omuza. Günler öylesine geçmiş, mevsimler tebdil olunmuş… Hiçbiriyle ilgilenmiyorum sanki. Kendimi çok seviyorum. Öyle ki her şeyi nefsime feda eder derecesinde.
Dünya durmadan dönmüş, dönmüş ki sadece benim etrafımda. Her şey benim için. Hiçbirisinin önemi yok. Her şey daha bakıp geçmeye kalmadan değersiz gözümde sanki. Aynaya baktığım kadar bakmıyorum bile. Sakîl ve soğuk odalardan geçercesine soğukmuş nefeslerim. Üşüyorum gönlümde, yaşanan mevsimler yaz olmuş olsa bile. Güneşi hiç tanımadım, zift gibi karanlıkta oturmayı tercih ederim. Adam sen de…
Ömrümün her bir anını dolu dolu yaşamayı, canım neyi isterse onu yapmayı… O anki halet-i ruhiyeme göre takılmayı, en kolay ve zahmetsiz hayatı yeğlerim. Kendimi yıpratıp da bu genç yaşımda… Hem daha çok uzun seneler var önümde. Sonra bir ara yaparım dediklerinizi.
Nam ve şeref namı verilmiş bir riyayla karışıkmış muhabbetlerim. Nereden biliyorsunuz kalbimi hem? Durmadan, bıkıp usanmaksızın “ille de ben” diyormuşum. Alakası yok, yanılıyorsunuz.
Dünyevi ne varsa kıymetli, cümlesi bendeymiş. Ne ise isimleri ben sıralayıp, taksimini ben yapacakmışım! Fani işleri, vasıfları, makamları, arzuları, hevesleri… Batıp gidenleri, çekip gidenleri, batılları… Maddi gözde var olanları her ne ise. Sizce bunlar çok bir şey mi? Hem bunların hepsini çoktan hak ettiğimi düşünüyorum.
Daha fazla acı söze katlanamayacağım doğrusu. Bu yaşıma kadar hep kırıldım, iyi niyetim yüzünden hep üzdüler beni. Setler inşa edeceğim gönlümde. Vicdan azabımdan aklanmak için ise -bütün letaifini nefsi emareye musahhar- etmekle hiç de zor olmayacak.
Ne imtihana, ne tecrübeye, ne de fani menzilde misafirliğe… Ya bir yorgunluk hali, ya da bir gönülsüzlük, isteksizlik. Tahammülüm yoktu hiçbirisine.
Yokluğa yol vermişken, yokluk alıp beni benden etmişken. Ebedi hayatımı alıp götürmüşken… Yol boyu iltifat, yol boyu teveccüh istemek bir de, bu yoklukla nasıl olacak? Bu biraz garip bir çelişki değil de ne?
Kendimi sevdiğimi, kendimi düşündüğümü, kendime zaman ayırdığımı iddia edip dururken en büyük kötülüğü kendime mi yapmıştım? Karanlık bir zindanda, dipsiz bir kuyuda yıllarca kendimi tutsak edişim. Türlü bahaneleri ardınca sıralayıp tek söz hakkını nefsime mi tanımıştım? Şeref tacını giyinmiş bir riyadan, uyutucu heveslere oyuncak olmaktan, sürekli ertelediğin kulluğa imkân da kalmamıştı nihayetinde. Sadece nefis ve hislerden ibaret değilim ki ama ben!
Bana verilen kabiliyetler yeryüzünde en nadide defineymiş üstelik. İnsan ebede namzet imiş. İnsan en kıymettar varlık, en üstün yaratılanmış. Varlığını sırf faniye feda edip heba etmek mi? Kulluğumu ertelediğim, ibadetlerimi aksattığım ve bir dahaki sefere, daha sonraya bıraktığım. Her işe bir bahaneyle, her filizlenen gayrete bir yeisle, türlü evhamla yaklaştığım bedbaht ruhumun tembelliğinin hatırına mıydı sırf?
Zira sukuta uğramış bir gönül O’nun ebedi hazinesinden neyi hak eder?
“İnsanın mahiyetine, kudretten ehemmiyetli cihazat ve kaderden kıymetli programlar tevdi edilmiş. Eğer insan, şu dar âlem-i arzîde, hayat-ı dünyeviye toprağı altında o cihazat-ı maneviyesini nefsin hevasatına sarfetse; bozulan çekirdek gibi bir cüz’i telezzüz için kısa bir ömürde, dar bir yerde ve sıkıntılı bir halde çürüyüp tefessüh ederek, mes’uliyet-i maneviyeyi bedbaht ruhuna yüklenecek, şu dünyadan göçüp gidecektir.”1
Dipnot: 1. Bediüzzaman Said Nursî/ Sözler