Hazırlamış olduğum bu çalışmayla, sizlere Risale-i Nur’da meylürrahat üzerine anektodlar sunmaya gayret edeceğim. Hakiki bir Müslüman’ın meylürrahat sıkıntısı olmayacağına inanarak, bunları ‘koruyucu hekimlik’ açısından sizlerle paylaşacağımı da not düşmek isterim.
Öncelikli olarak şunu ifade edeyim ki yaptığım araştırmalarda meylürrahat hastalığı iki özelliği ile karşıma çıktı.
İlki şöyle; iyilerin pasifliği, dünyevi rahat düşkünlüğü, kötülerin, zalimlerin aktifliği için bir cesaret oluşturuyor. Çoğunlukla bazı hastalıkların neticesinde ortaya çıkan bir durum özelliği taşırken; ikinci olarak Münazarat’ta geçen tanıma baktığımızda ise, pek çok hastalığın doğmasına ve yuvalanmasının sebebi olarak karşımıza çıkıyor.
Bu açıdan değerlendirildiğinde ilk bakışta çok masum gözükse de, çok sinsi ve çok tehlikeli bir hastalık olduğunu düşünüyorum. Hem pek çok hastalığın başlangıcı, hem de pek çok hastalığın sonucu olması özelliği ile dikkat edilmesi gereken bir durum.
Bediüzzaman Said Nursi’nin “Madem bu müthiş zamanda ve dehşetli düşmanlar mukabilinde ve şiddetli tazyikat karşısında ve savletli bid’alar, dalâletler içerisinde bizler gayet az ve zayıf ve fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde, gayet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur’âniye omuzumuza ihsan-ı İlâhî tarafından konulmuş. Elbette, herkesten ziyade, bütün kuvvetimizle ihlâsı kazanmaya mecbur ve mükellefiz” ifadelerinin karşısında “ne yapalım zayıfız, aciziz, kuvvetsiziz” diyerek İlâhî bir ihsan olan bu kudsî iman hizmetini meylürrahat ile sekteye uğratma lüksümüz olabilir mi?
Herkesin rahatına düşkün olduğu bu zamanda, “ben de rahatımı arıyorum, ne var bunda” diyebilir miyiz?
Elbette diyemeyiz, çünkü biz; “Öyle bir insân-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı mânevînin âzâlarıyız. Ve hayat-ı ebediye içindeki sâadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz. Ve sâhil-i selâmet olan Dârüsselâma Ümmet-i Muhammedi’yeyi (asm) çıkaran bir Sefine-i Rabbâniyede çalışan hademeleriz.”
Eğer biz böyle bir fabrikanın çarkları isek hepimiz, birbirimizden sorumluyuz aslında. Çünkü ben bir çark olarak rahata düşkünlüğe meyledince, diğer çarkların çalışmasını da engelliyorum demektir.
Meylürrahat Münazarat’ta geçen anlamı ile; “Umum meşakkatin anası ve umum rezaletin yuvası”dır.
Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki; tembellik çağrışımlarını besleyen ve rahatlık meylini uyandıran günlük konuşma kalıpları resmi geçit yapıyor kulaklarımızda. “Dinleneyim, rahat edeyim, sonra yaparım, acelesi yok, çok yoruldum, ben yapamam, şartlarım uygun değil, zaten hep ben yapıyorum” vs. açıktan ya da içeriden sarf edilen türlü mazeretler…
Rahata meyil etmeden, gayret içinde olmak, kolay değil ama imkânsız da değil.
Rahata düşkün olmak bir miskinlik ve çaresizlik ortamıdır. İnsanı hareketten, bereketten ve gayretin coşkulu zevkinden mahrum bırakır.
Rahatlık meyli “Kişi için ancak çalıştığının karşılığı vardır” ayetinden insanı uzaklaştırır. Aynı zamanda Bediüzzaman’ın tarif ettiği gibi ağır, bunalımlı bir haldir.
Meylürrahatın başlangıç olma hali
Bediüzzaman’ın Sözler adlı eserinde, Birinci Söz’de yer alan hikâyede bir padişahın kuvvetine dayanan, kanun namına, devlet namına her işi kolaylıkla yapar. Aynen öyle de rahata meyil hastalığına yakalanmamak için en evvel bize lazım olan Cenab-ı Hakkın namına hareket etmeyi başarmaktır.
Yine İkinci Söz’deki hikâyede hodbin (kendini beğenmiş) ile hüdabin (hakikati gören) olmak üzere iki kişi vardır. Hikâyenin hakikat kısmında hodbin kişi için fasık, gafil ifadelerini de kullanır Bediüzzaman. Kendi nefsinin rahatına düşkün ve bunun için endişe edenler, evham hastalığına da maruz bir şekilde yaşarlar.
Üçüncü Söz’de ise; sağ ve sol yol vardır. İntizamsız sol yolu tercih eden asker, çanta ve silah taşımak istemez. Zahiri ve yalancı bir rahatlık görür. Diğeri ise rahatını düşünmez, bin batman ağırlığı omzuna ve beline yükler. Fakat kalbi ve ruhu rahattır. Çünkü taşıdığı çanta ve silahla minnetlerden ve korkulardan kurtulur ve ulaştığı memlekette bunun mükafatını görür.
Beşinci Söz’deki hikâyede de iki asker vardır yine. Biri vazifesine düşkün, diğeri acemi, nefisperver. Acemi olan talim ve harbe dikkat etmez. “O devletin işi bana ne” der. Daim olan nafakasını düşünüp, onun peşinde dolaşır, taburu terk eder, çarşıya gider, alışveriş yapar…
Bu temsil hikâyeden de anlıyoruz ki; “Bana ne onu başkası yapsın” diyip, rahata düşkünlük, sadece kendini düşünmek, zamanla değil, daha ilk baştan ‘talim ve cihad’ı terk etmek manasına geliyor ki; meylürrahat ibadetsizliğe de sebep olan bir hastalık olarak karşımıza çıkıyor.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki; hamiyetini, gayretini sadece kendi rahatı için sarf etmenin temelinde iman zafiyeti var. Yüce, yüksek bir ideali olmayan veya kaybeden birisi, kendi küçük dünyasına çekilip, kendi rahatını, bütün rahatlık unsurlarını elde etmeyi düşünerek asıl hedefi şaşırır. Asıl dava olan ahirete imanla gitme davasını kaybeder.
Meylürrahat ideallerin ölüm döşeğidir
Meylürrahat için başka bir tanım ise; cellad-ı sahhar olmasıdır. Yani kişiyi aldatarak, büyüleyerek, kendisine çekip imha özelliğine dikkat çeker Bediüzzaman Said Nursî. Kişinin yaptığı fedakârlıkları, çalışmaları nefsi ve şeytanı ona gösterip -benden artık bu kadar- dedirtebiliyor. Hizmette aza kanaat etmeyi, meylürrahata geçmeyi tavsiye ederken, ücrette hep ben ben diyor.
Vazifem bitmiş midir?
Bediüzzaman talebelerine yönelik bu kabildeki sual ve telkinlerinde, bir tevazu ve işi -çalışmayı bırakmaktan öte bazı hakikatler vardır. Asıl üzerinde durulması gereken yer de budur. Risale-i Nur’un müellifi bu ve benzeri mektuplarında talebelerini terbiye altına almakta, eğitime tabi tutarak, ağır ve kapsamlı bir hizmetin sahipliğine hazırlamaktadır. Onun kendini geriye çektiği satırlarda “artık bizden geçti” şeklinde zahmet ve sorumluluğu üzerinden atan bir anlayış, meylürrahata geçiş yoktur.
Bir gençlik heyecanı içinde hizmetten hizmete koşarken, peşine takılanları da kendisine ayak uyduracak seviyeye yükseltme çabası hakimdir. Bu anlayış içindeki Bediüzzaman’ı bazen talebeleri ile birlikte yerde diz çökmüş görürüz.
‘Vazifem bitmiş midir, hizmeti size, emsalinize bırakabilir miyim?’ anlamındaki bir soru ile kendisine danışan Bediüzzaman’a, Hulusi Ağabeyin verdiği cevap da çok manidardır.
Altı madde ile verdiği cevap “isabet buyurdunuz, size karşı fikir beyan etmek ne haddimize” tarzında değildir tabiî ki. Üzerinde ciddi çalışılmış, adeta bir savcı duyarlılığı ile delil toplamıştır. İşte bu tespitlere bakarak diyebiliriz ki; Risale-i Nur kesin bilgiye, belgeye dayanan kanaatlerin egemen olduğu ya da olması gerektiği sonucunu da beraberinde getirir.
Meylürrahattan uzak yaşayan Risale-i Nur Talebelerinden birkaç misal…
Ben artık bir şey için yaşadığımı zannediyorum. O da, Üstadım olan Dellâl-ı Kur’ân’ın vazife-i memure-i mâneviyesini ifâda kendilerine pek cüz’î bir yardım ve Kur’ân hesabına cüz’î bir hizmetkârlıktan ibarettir.
Nefs-i emmarenin zebunu, cin ve ins şeytanlarının hedefi olmaktan kurtulamadık ise de, bu hasbî ve Kur’ânî hizmetten zevk alıyoruz, lâyıkıyla yapamıyorsak da yolunda bulunuyoruz.
(Hulusi Yahyagil-Barla Lâhikası)
Cenab-ı Hakkın azîm bir lütfu ki, temin-i maişetim için çalıştığım zamanlar arasında kıymettar risaleleri yazmak için vakit bulabiliyorum. Bu fırsatları kaçırmak istemediğim içindir ki, acele ediyorum.
***
Ben istiyorum ki, bir an evvel bir yere çekileyim de, mesâiden hariç zamanlarımı, o ulvî ve mukaddes hazine-i hakikat ve âsâr-ı giran-bahâ hizmetinde devama başlayayım.
(Ahmed Zekai-Barla Lâhikası)
Gündüz derd-i maişetle vakit bulamadığımdan, gecenin bir kısmını o Nurlarla ışıklandıracağım. O Nurları yazdıkça kalemim ve kalbim gayet şirin ve ruhânî bir sevinç hissediyorum.
(Babacan Mehmed Ali-Barla Lâhikası)
Bu ve benzeri ifadelerden anlıyoruz ki, Bediüzzaman “Yaz kardeşim” diyor, onlar yazıyorlar. Hayata yansıyan bir iman dersini kağıda dökmeye muvaffak oluyorlar.
Bütün bu mektuplardan anlaşılıyor ki, meylürrahat hastalığının altında gayesizlik, başıboşluk, idealsizlik yatıyor. Bediüzzaman “Gaye-i hayal olmazsa veyahut nisyan veya tenâsi edilse, ezhan enelere dönüp etrafında gezerler” diyor. Bu noktadan baktığımızda meylürrahat, insan hayatındaki karanlık noktaları, kör alanları ve vücudu yok eden, nefsinde körlük yaşayan insanın sefalet yuvasında kendine barınak yaptığı negatif bir limandır.
Gayeye sarılmak, davaya râm olmak, bu uyuşukluk zilletinden, meylürrahat ızdırabından kurtaran bir can simididir.
İnsan çalışmalı, çabalamalı, harcamalı, enerjisini gaye-i hayali uğruna tüketmeli, yüreğinden vermeli, tebessümden yaymalı, bu uğurda kan kussa, kızılcık şerbeti içtim demeli ki; umum meşakkatin anası ve umum rezaletin yuvası meylürrahat çilesini çekmesin, çekecekse mukaddes bir çileyi çeksin. Bu da ancak rahatla değil, hareketle olur.
Çalışanın, uyuyandan, yürüyenin, oturandan, düşünenin, gaflet ehlinden daha hayırlı olduğu bir süreç böyle başlar.
‘Ben’den geçip, ‘biz’ için gayret göstermek, gayretle koşmak, himmet göstermek, işini ciddiye almak ve en önemlisi kendimizi ve sahip olduğumuz bütün sermayelerimizi bir hiçe, hiçliğe kurban etmeden, kazanmak için harcamak ve potansiyelimizi tam kullanmak en rahat bir yol olarak görülmektedir.
“Zahmet rahattadır.” İnsanın heyecanı ancak gayretle teskin olur. Emeksiz hasılat, gayretsiz beklenti, himmetsiz istek ve tembel sözler hakikatten çok uzaktır.
Atalet zindanından, emek sarayına geçiş, meylürrahat ile değil, gayret ile mümkün. Rahatımızı bozmaya çalışacağız ki, Allah bize rahatlık, huzur versin…
Bediüzzaman’ın Divan-ı Harb-i Örfi’nin hatimesinde bu konu ile alakalı çok veciz bir cümlesi var. “Ey eski çağların cihangir Asya ordularının kahraman askerlerinin ahfâdı olan vatandaşlarım ve kardeşlerim! Beş yüz senedir yattığınız yeter. Artık uyanınız, sabahtır. Yoksa, sahrâyı vahşette yatmakla gaflet sizi yağma edecektir.” Rahata meyil göstermek toplumda çok çabuk sirayet ediyor olmalı ki, böyle bir uyarı yapıyor.
Bu tavsiyeye harfiyen riayet eden Bediüzzaman’ın meylürrahattan uzak bir hayat geçirdiğinin misalleri;
* Daha küçük yaşlarda eğitim için ailesinin yanından ayrılması.
* “Kimin himmeti milletse o tek başına millettir” sözünü kendi üzerinde yansıtan Bediüzzaman’ın Gladiston’a verdiği cevap: “Ben de Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez bir güneş olduğunu bütün dünyaya ispat edeceğim.”
* Alması- kullanması- yemesi helâl dahi olsa, hiçbir hediyeyi kabul etmemesi. (Yalı ve insanların teveccühü de dahil)
* Yeryüzünün her köşesini dağ, bağ, bahçe, hapishane tecrit odası gibi yerleri hamiyet-i din ve hamiyet-i milliye uğrunda kullanmak.
* Çok zor olan hapishane şartlarında dahi boş durmaması daima eser neşretmesi.
* Geceleri az uyuyup, çok ibadet etmesi.
Bir dava uğruna iki hayatından da vazgeçen bir Bediüzzaman var karşımızda. Ancak kendisine sürekli telkinlerde bulunuyor, ilginç değil mi?
“Mâdem Nur Şâkirtlerinden çokları hem malını, hem istirahatını, hem dünya zevklerini, hem lüzum olsa hayatını Nurun hizmetinde fedâ ediyorlar; sen ey nefsim, neden fedâkârlıkta en geri kalmak istersin?” (Hizmet Rehberi)
Demek ki nefis rahata düşkün, çalışmak istemiyor. Nefis kör, akıbeti göremiyor. Nefis sağır duymak istemiyor. Nefis dilsiz, bazen de konuşursam rahatım kaçar diye hakkı ifadeden geri duruyor.
Son olarak ise konumuzu ilgili birkaç ayet ve hadisle bitirelim;
* Onlar dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler. (İbrahim Suresi/3)
* Dünya sevgisi, umum hataların başıdır. (Hadis-i Şerif)
* İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır. (Hadis-i Şerif)