Doç. Dr. Yasin Pişgin ile hicretin mahiyeti, günümüze bakan yönü ve birçok başlığa değindiğimiz bir sohbet gerçekleştirdik. İstifadeye medar olması duası ile…
Hicret, takvimlere başlangıç olacak kadar önemli bir kavram. Nedir hicretin mahiyeti?
Tarihin akışını değiştiren hadiseleri sıralasak, belki de hicret başta geleceklerden biri. Kendisinden sonra dünyanın tarihine yön veren merkezî hadise diyebiliriz. Hicret bir anlamda terk etmek demektir. Bir zulüm veya İslâm’ın, İlâhî hakikatlerin, yüksek ahlâkın, yaşanma zeminini kaybettiği bir yerden, Allah’ın emriyle, özelde bir peygamberin, genelde de bir toplumun, İslâmı, dini, yüksek hakikatleri yaşayabileceği başka bir mecraya doğru intikalidir.
Biz hicrete bu anlamda baktığımızda, aklımıza doğrudan Peygamber Efendimiz (asm) gelir. Fakat tarih boyunca, Hz. Musa, Hz. Harun, Hz. İbrahim (as) gibi pek çok peygamberin hayatında karşılaştığımız bir olgudur. Aslında hicret, nübüvvet geleneğinde, peygamberin kaderidir.
Hicrete giden yol
Peygamberimizin (asm) Hira’daki ilk vahiy tecrübesinden sonra, başından geçen hadiseleri Varaka Bin Nevfel’e anlatıyor. Burada Varaka Bin Nevfel’in kullandığı mühim bir ifade vardır. Diyor ki; “Keşke kavmin seni Mekke’den çıkaracağı zaman seninle beraber olsaydım.” Hayret içinde Varaka’yı dinleyen Kâinatın Efendisi (asm); “Onlar beni çıkaracaklar mı?” diye sorar. Varaka; “Senin getirdiğinin benzerini getiren hiç kimse yoktur ki, kavmi ona düşman olmasın. Şayet o güne yetişirsem, sana yardımcı olmaya çalışırım.”
Çünkü peygamberler; adalet, merhamet, eşitlik, hakkaniyet gibi getirdikleri temel ilkelerle, içinde bulundukları toplumun, putperest sistemlerini, adaletsiz ve zulme dayalı mekanizmalarını, hakka davet etmişlerdir. Bundan dolayı da çok ciddi tenkitlere, tacizlere maruz kalmışlardır. Peygamberimizin (asm) hayatı bunların örnekleriyle doludur. Bunlar aynı zamanda bir peygamberi hicrete zorlayan, hicrete hazırlayan unsurların başında gelir.
Peygamber Efendimiz (asm) kavminin içerisinde en saygın kimselerden olduğu halde, insanları hakka davet etmeye başladığında, kavminin tepkisi o kadar olumsuz ki; Mekke gibi yaklaşık on bin kişilik bir şehirde, on üç yıl boyunca süren tebliğine, olumlu cevap veren insanların sayısı, üç yüzü geçmedi. Bu dönem içerisinde Peygamberimize (asm) ve ashabına çok fazla tacizler, eziyetler, işkenceler uyguladılar. Habbab bin Eret’in (ra) vücudunun nasıl dağlandığı, Ammar bin Yasir’in (ra) ve ailesinin ne tür işkencelere maruz kaldığı, Efendimizin (asm) Taif’te nasıl taşlandığı, mahsun ve intisar halinde bir bostana nasıl sığındığı, orada Cebrail’le (as), dağlardan muvazzaf melekle nasıl konuştuğu izahtan varestedir.
Efendimizin (asm) çektiği sıkıntılar, yaşanılan bu büyük hadiseler, aslında bir nevi hicrete zemin hazırladı, öyle değil mi?
Evet, Peygamber Efendimiz de (asm) bu sıkıntılı ortam içerisinde bir çıkış yolu arıyordu. Aslında Taif’e gitmesi de bunun bir göstergesiydi. Hicretten yaklaşık iki yıl kadar önce, bir hac mevsiminde, Medine’den gelmiş beş kişinin bulunduğu bir çadıra uğradı. Esad bin Zürâre ile birlikte bulunan bazı kimselerle görüştü. Onlara İslâmiyet’i tebliğ etti ve kabul ettiler. Bir sonraki sene yine Akabe’de buluşmak için sözleştiler. Bir sonraki sene yedi kişi olarak geldiler ve bir çadırdan, bir hicrete, medeniyete ve dünyanın tarihini değiştirecek olan bir akışa, zemin oluşturdular. Peygamber (asm) onlardan şirk koşmamak, hırsızlık, zina yapmamak, iftira etmemek, çocukları öldürmemek üzere birtakım unsurlar üzerinden biat aldı. Burada Efendimizin (asm) yaptığı çok mühim bir uygulama vardır. Onlar yeniden Medine’ye dönerlerken Mus‘ab bin Umeyr’i (ra) onlarla Medine’ye gönderir. Mus‘ab bin Umeyr orada İslâm’ı tebliğ ederek, İslâmiyet’in yüksek hakikatlerini, ahlâkını anlatarak hicrete bir zemin hazırladı. Bu gözden kaçırılmaması gereken mühim bir unsurdur. Peygamber (asm) daha sonra da peyderpey ashabını hicret için teşvik etti. Ashâb da, muhtelif kafileler, gruplar halinde yavaş yavaş Medine’ye hicret etti. Tabi bu müşrikleri çok korkuttu. Güç dengesinin Medine’ye doğru kayması, Müslümanların orada bir araya gelmesi, İslâm’ın yaşanması konusunda uygun zeminin oluşturulması ve Allah Resulünün de (asm) oraya hicret etmesi durumunda, çok ciddi bir güç noktası oluşabilirdi.
“Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır”
Müşrikler, Peygamber Efendimizi (asm) öldürmek veya onu hapsetmek konusunda karar verdiler ve Efendimizin (asm) evini muhasara ettiler. Enfal Suresi’nde Cenab-ı Hak bu hakikati şöyle buyurur; “Hani kâfirler seni tutuklamak veya öldürmek, ya da (Mekke’den) çıkarmak için tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kuruyorlar. Allah da tuzak kuruyordu. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.”
Burada mühim bir tespit vardır. Peygamber (asm) hicrete karar verdiğinde, kendisine bir refik olarak Hz. Ebu Bekir’i (ra) seçmiştir. Onunla bir istişare yapmış ve iki tane de deve satın almıştır. Efendimiz (asm) gece eve gelmiş, Hz. Ali’yi (ra) evine çağırmış ve yatağına yatırmıştır. İslâmî kaynaklarda anlatıldığına göre; dışarı çıkmış, kendisini öldürmek için evini muhasara eden müşriklerin içerisinden, Yasin Suresi’nin dokuzuncu ayetini; “Biz, onların önlerine bir set, arkalarına da bir set çekip gözlerini perdeledik. Artık görmezler” okuyarak çıkmış ve Hz. Ebu Bekir’le (ra) birlikte hicret yolculuğu başlamıştır.
Peygamberimizin (asm) Hz. Ali’yi (ra) yatağına yatırmasındaki hikmet nedir?
Çok mühim iki hikmet vardır. Biri, çok derin bir stratejidir. Çünkü müşrikler Peygamber Efendimizin (asm) evinin etrafını muhasara etmişler, dışardan onun yatağında olup olmadığını görecek şekilde konumlanmışlardı. Peygamber Efendimiz (asm) Hz. Ali’yi (ra) yatağına yatırarak aslında, harbin, mücadelenin bir tür stratejik hamle olduğunu göstermiştir. Peygamberimizin (asm) hassas bir denklem takip ettiğini göstermesi bakımından bu hadise çok önemlidir.
İkincisi; Hz. Ali’yi (ra) evine çağırmasında derin bir hikmet daha vardır. Peygamberimiz (asm) kendisine emanet edilen malları ona vermiş ve hicretinden sonra, kendisini öldürmek isteyen, iman etmeyen müşriklere, yeniden o emanetleri vermesini emretmişti. Burada peygamberlerin beş temel sıfatından birisi olan emanet bilincinin, en zor şartlarda bile hissetmek mümkün.
Sevr Mağarası
Peygamber Efendimizin (asm) hicreti başladığında, Hz. Ebu Bekir’le (ra) bir araya gelip, Sevr Mağarası’na sığındığını, orada üç gün konakladıklarını biliyoruz. Burada bir şeye dikkat çekmemiz gerekiyor. Medine, Mekke’nin kuzeyindedir. Sevr Mağarası ise Mekke’nin güneyindedir. Müşrikler, Peygamberimizin (asm) Medine’ye hicret edeceğini biliyordu. Onun için belirli yolları tutmuşlardı. Fakat Peygamber Efendimiz (asm) kuzeye, Medine’nin olduğu istikamete değil de, güneye çekilerek bir tür bir özel strateji uygulamış, adeta müşrikleri afallatmıştı. Hz. Ebu Bekir (ra), Efendimiz (asm) ile birlikte Sevr’de iken, Hz. Ebu Bekir’in azatlı kölesi Amr bin Süheyl, Peygamberimiz ve Ebu Bekir’in izlerinin kaybolması için, koyun sürülerini, onların yol güzergahlarında otlattığını ve Hz. Ebu Bekir’in oğlu Abdullah’ın da erzak taşıdığı, onları koruyup, kolladığını biliyoruz. Sonra Hz. Ebu Bekir’in kızı Esma (r.anha) Mekke’de olan müşriklerin stratejilerini, plânlarını Peygamber Efendimize (asm) ulaştırdı. Peygamber Efendimiz (asm) tevekkül ve tevekkülün de gerekli olan tedbirleri alınmasına mani olmadığının bilincindeydi.
Sonra müşriklerin içindeki uzman yol takip edicileri, Efendimizin (asm) izine vakıf oldular. Sevr’e kadar ulaştılar. Öyle bir noktaya ulaştılar ki, mağaranın kapısında durduklarında, biraz eğilselerdi Peygamber Efendimizi (asm) ve Hz. Ebu Bekir’in ayaklarını görebileceklerdi. Ahmed bin Hanbel bu hadisenin devamını şöyle anlatır; baktılar ki mağaranın kapısında bir örümcek ağ kurmuş. Hiç eğilmeye bile tenezzül etmediler. Dediler ki; “Buradan geçmiş olamazlar. Eğer buradan geçmiş olsalardı, örümceğin ağı kendisini muhafaza edemezdi.” Ayet-i kerimede Cenab-ı Hak; “Hani onlar mağarada bulunuyorlardı. Hani o arkadaşına, ‘Üzülme, çünkü Allah bizimle beraber’ diyordu. Allah da onun üzerine güven duygusu ve huzur indirmiş, sizin kendilerini görmediğiniz birtakım ordularla onu desteklemiş, böylece inkâr edenlerin sözünü alçaltmıştı. Allah’ın sözü ise en yücedir. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir” diye ifade ediyor. Artık tamamen vesilenin, gayretin, çabanın, plânın, kulun bittim dediği yerde, gerçek bir tevekkülde, Rab kuluna yettim diyor. Bu inceliği tespit etmemiz, hicret açısından en mühim unsurlardan bir tanesi.
Peygamber Efendimizin (asm) hicretini bugün nasıl anlamamız gerekiyor?
Peygamber Efendimiz (asm) bir hadis-i şerifinde hicreti tanımlarken, önce Müslüman’ı tanımlar, “İnsanların elinden ve dilinden emin olduğu kimselerdir” diyor. Sonra muhaciri tanımlarken de “Allah’ın haram kıldığı şeyleri terk eden kimsedir” diyor. Bugün bir Müslüman, hicret ruhunu yeniden kalbinde yaşamak, tatmak istiyorsa, içine düştüğü günahlardan çıkmak için attığı her adım, her hamle, ortaya koyduğu her gayret, aslında hicrettir diyebiliriz.
İkincisi Efendimiz (asm) buyuruyor ki; “Hicret kıyamete, kadar bakidir.” Tövbe kapısı kapanana kadar hicret bitmez. Onun için de tövbe etme olgusu, Müslüman’ın bir hicreti olarak karşımızda duruyor.
Müslüman ülkelerde yapılan zulümler artık afakı sardı. Myanmar’da bir muhacir grubu oluştu ve Bangladeş’e sığındılar. Orada insanlar içine foseptik suları karışmış suları içtikleri için toplu halde vefat ediyor. Şimdi şöyle düşünebiliriz; “Ben orada ensar değilim ki, elim buradan oraya nasıl ulaşsın?” Günümüzde ensar olmanın nimetini, sevabını elde etmek mümkün olabilir. Bugün orada çalışan yardım kuruluşları, STK’lar var. Onlar aracılığıyla bir Müslüman, oradaki Müslüman kardeşinin boğazından iki lokma geçmesini sağlayabilirse, yaralarına merhem olabilirse; kendi dini bilgim ve kültürümle ifade edebilirim ki; bu çağda, ensarın, Peygamberimizi (asm) ve ashabını ağırlamakla, elde edeceği o manevi mevkileri, makamları elde edebilir.
Röportaj: Zührenur Torun