Hazan mevsimi düşünce gönlüme, her güz bir veda… Yüreğimde yetim sandığım hüzünlerle dolu bir güz daha. Hazin gidişlerle dolu. Suskun, içli, kırık, dökük. Serin esen rüzgârla Eylül ismiyle bütünleşir tabiat. Yer, gök, ta ki insan. Toprağın, toprak renginin tüm tonları boyanır adeta her şeye. Ağacına, yaprağına, taşına, kuşuna. Tebessümleri saklanmış yüzlerde mutluluğu aramak akla zait görünür, solgun renkler halef ise gidenlere.
Nazdar çiçeklerin solmaya meyli, yaprakların tek tek sararmaya başlayışı. Belki yağmurun şıpırtıları, belki de rüzgârın dallarla olan terennümünde dile döktüğü hüznengiz sedalar. Kâinatın süslü perdeleri çekilip tenhalara, ademler, firaklar etrafı kuşatırsa… O mübarek nazeninleri, vazifesiz, neticesiz bir mevsimde görünüp kaybolan mahiyetten yoksun bakış; dünyayı bir manevi cehenneme, aklı bir tazip aletine çevirdiği sırada… Zahirperest gönüllere gamdan başkası değildir Eylül.
İçimde hüzünler saklı. Kimsenin anlamayacağı, kimsenin çare olamayacağı dertlere düştüm sanki. Yola viran olanları alıkoymaya uğraşmak, yazda kalmaya yersiz ikna çabalarım, nafile. Gidince dönmek imkânsız. Gitmemek elde değil. Kalmak elde değil buralarda. Bu fani menzilde. Mevsimleri misafir, insanları misafir. Öyle ki zamanlar, mekânlar, hayatlar, her birisi tıpkı benim gibi… Bu fanilerden ne medet bekleyebilirim?
Puslu bir güne uyanmak, belki yağan yağmurla, çokça esen rüzgârla. Semadaki kapkara bulutlara bakıp, zahirden hakikate geçemeyip oracıkta takılıp kalmak. Sırtına bir hırka geçirmek, ya da sıcacık bir çayı yudumlamak yetmiyor insanın yüreğini ısıtmaya, teselliye. Her şeyin, her kendine uğrayanın üzücü bir vasıtadan başkası(?) olmadığına hüküm vermek. Yığılıp kalmak isteksizce. Bunlar mı Eylül’ün dedikleri, öğretecekleri, öğütleri? Dahası rüzgârın avazı, yağmurun nağamatı, dellâllığını yaptığı, delil oluşlar…
Oysa kalbi sıkıp ezen bu haller, her biri yaratanın bir güzel isminin üzerimizdeki tecellisi. An olup ruhları daraltan, an gelip feraha kavuşturan. Her bir gönlün, her bir anın sahibince. Hüzünler beşeri gafletten uyandırmaya, esas vazifesine yöneltmeye, zevale mahkûm dünyanın bağlanılmayacak bir meta olduğuna işaret.
Hayatı belli belirsiz yaşamak gibi, hep flu kalmak gibi geçmişin donuk timsali fotoğraflarında. Derin bir iç çekerek her şeyin Sahibine iltica etmek, sığınmak onun dergâhına. Kapısını çalabilmek mutsuzlukların öğrettikleriyle. Geçici perdeleri ve tazelenen seyyar kâinatları karanlıklandırmamak ve hayat aynasında akseden suretleri çirkinleştirmemek için nefsin tuğyanından kurtulmaya çabalamak gerek. O zevale mahkûm her bir âlemi nurlandırmak için… Kaybolduğu kendini, asıl sahibine yönelerek bulabilmek. Doğru yerde, muhkem kapıda. Zaman geçmeden, ömür bitmeden, Eylül gitmeden.
“Çünkü gözümüzün önünde her sene güz mevsiminde öyle bir âlem vefat eder ki her birisinin hadsiz efradı bulunan ve her biri zihayat bir kâinat hükmünde olan yüz bin nevi nebatat ve küçücük hayvanat, o âlem ile beraber vefat ederler.”1 Tek seferde uğranıp geçilen handa hoş bir resmigeçit tarzında nebat hayatı. Güz mevsimi kıyametinde vefat eden hadsiz nebatat her güz mevsiminde hafiziyete emanet.
Daire-i imkânda, kâinatın sergüzeştine ait inkılâplarda emaneti-i kübrayı, hilâfeti arziyeyi omzuna alan insan. Bir el sallamak, bir “merhaba!” kadar iken ömrün. Eşref-i mahlûk insan, ne edip, nelere kalp ettin hayatını? Ya senin hayatın kimin elinde, kime emanet?
“Nasıl ki bu yaz ve güzün âhiri kıştır. Öyle de, gençlik yazı ve ihtiyarlık güzünün arkası kabir ve berzah kışıdır.”2
Dipnotlar: 1-2. Bediüzzaman Said Nursî/ Şuâlar.