Bir adam müstaid ve kabil olduğu şeyi terk ve ehil olmayan şeye teşebbüs etmek, şeriat-ı hilkate (yaradılış kanunları) büyük bir itaatsizliktir.
(Bediüzzaman Said Nursî, Muhâkemât)
İnsan, çendan bütün esmâya mazhar ve bütün kemâlâta müstaiddir; lâkin, iktidarı cüzî, ihtiyârı cüzî, istidadı muhtelif, arzuları mütefâvit olduğu halde, binler perdeler, berzahlar içinde hakikati taharrî eder. Onun için, hakikatin keşfinde ve hakkın şuhudunda berzahlar ortaya düşüyor. Bâzılar berzahtan geçemiyorlar. Kabiliyetler başka başka oluyor. Bâzıların kabiliyeti bâzı erkân-ı imâniyenin inkişafına menşe’ olamıyor. Hem, esmânın cilvelerinin renkleri, mazhara göre tenevvü’ ediyor, ayrı ayrı oluyor. Bâzı mazhar olan zât, bir ismin tam cilvesine medâr olamıyor. Hem, külliyet ve cüz’iyet ve zılliyet ve asliyet itibâriyle, cilve-i esmâ, başka başka sûret alıyor. Bâzı istidad cüz’iyetten geçemiyor ve gölgeden çıkamıyor. Ve istidada göre, bâzan bir isim gàlip oluyor, yalnız kendi hükmünü icrâ ediyor, o istidatta onun hükmü hükümran oluyor.
(Bediüzzaman Said Nursî/ Sözler)
Ben bu musibetten evvel Kastamonu’nun dağında bağırarak mükerrer defa dedim: “Kardeşlerim, ata et, arslana ot atmayınız.”
(Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar)
Vicdanın ziyası ulûm-u diniyedir. Aklın nuru fünunu medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder; iftirak ettikleri vakit birincisinde taassup, ikincisinde hile ve şüphe tevellüd eder.”
(Bediüzzaman Said Nursî, Münazarat)
Evet, insanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir. Bu münasebetle, ben kendi şahsımda katî ve daima hissettiğim bu mânâyı beyan ediyorum: Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum validemden aldığım telkinat ve mânevî derslerdir ki, o dersler fıtratımda, adeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini aynen görüyorum. Demek, bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma merhum validemin ders ve telkinâtını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum.
(Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar)
Bir çocukla konuşup söz anlatmak, bir filozofla konuşmaktan aşağı değildir.
(Bediüzzaman Said Nursî, İşaratül-İcaz)
Avrupa ve Amerika’dan getirilen ve hakîkatte yine İslâm’ın malı olan fen ve sanatı, nur-u Tevhid içinde yoğurarak, Kur’ân’ın bahsettiği tefekkür ve mana-i harf nazarıyla, yani onun sanatkarı ve ustası namıyla onlara bakmalı ve “Saadet-i ebediye ve sermediyeyi gösteren hakaik-ı îmaniye ve Kur’âniye mecmuası olan Nurlara doğru ileri, arş!” demeli ve dedirmeliyiz.
(Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat)
Hem de düşmanlarımız cehalet, zaruret ve ihtilâftır. Tabiî, Avrupa da bundan istifadeyle bizi istibdat-ı maneviyeleri altına aldılar. Bu ittihadımızla bu üç düşman-ı bîinsafa –ve başta da ihtilâf olarak– hücum edeceğiz. Amma, ecnebilere düşman nazarıyla değil, belki saadetimizi, i’lâ-i kelimetullaha bu zamanda vasıta olan terakki ve medeniyete bizi teşvik ve icbar ettiklerinden, dost ve hadim nazarıyla bakacağız. Hem de, ecnebiler medeniyetleriyle beraber kuvvetli olduklarından, taassup ve husumete mahal kalmamış. Zira din nokta-i nazarından medenîlere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değildir. Ve İslâmiyet’i mahbup ve ulvî olduğunu ef’al ve ahlâkımızla göstermek ve maddeten terakki etmekledir. İcbar ve husumet, söz anlamayan veya anlamak istemeyen vahşîlerin vahşetine karşıdır.
(Bediüzzaman Said Nursî, Makalât)
Lugatçe: Müstaid: İstidadı olan, kabiliyetli, uyanık, anlayışlı, akıllı. Mütefavit: Birbirinden farklı, çeşitli. İftirak: Perişan olmak. İcbar: Zor, zorlama, cebretmek.