Üstümü kuşatan gök kubbe, üzerinde gezindiğim toprak, her gün doğan güneş, her gece parıldayan ay… Gözümü dünyaya açtığımda öyle zayıf ve acizdim ki. Ne varsa bana yabancı. Hadsiz ihtiyacımı sırf ağlayarak dile getirebilirken, etrafımdaki acizlerden ne bekleyebilirdim!
Yürüyüp/yürüyeceğim yollar, mevsimlerce değişen mekânlar, zamanlar. Soluduğum hava, gördüğüm hayvanat ve nebatat. Cümlesi bir birine ecnebi ve düşman(?) Hayatsa bir cenk. Ve alışılacak illaki o mücadeleye. Nasıl tahammül ettim yaşamaya? Nasıl ünsiyet ettim tüm bunlara? Kana kana içtiğim suya hasretim, damarlarımda dolaşan kanın maddi hayatıma şahit oluşuna mıydı? Sadece kalbimin atışına mı? Dünyaya her gelenin yüreğinde aynı muhabbet oysa. Neden hayatı bu kadar sevdim? Ta ki beni ilk dünyaya gelişimde kollarına alan şefkat neydi? İndelhâce bütün arzularımı karşılayan.
Zümrüt saçlarım beyazlar, yüzüm kırışır. Dizlerimde derman kalmaz yürümeye. Sevdiklerim tek tek terk-i diyar eder. Ölümün keşif kolları yoklasa bedenimi ellerim üşür, yüreğim titrer gözlerim dolar belki de. Bu dünyadan çıkıp gitmeye hiç de alışık olmadığım, tanışık olmadığım bir suretine. Daha önce hiç yaşamadığım bir duygu bu. Bu saraya girmenin adabını ve seyrin merasimini sensiz bilemediğim gibi…
Bir inişten koşar gibi tükenen, tek varlığım/sermayem olan ömrümü ziyan olmaktan azat edecek sır neredeydi? Avucumda taştan bir işaret, sanki hayatım bundan ibaret! Hem nihayet hem ibret… Maddi hayatın besmelesindeki toylukları tekrardan yaşamak gibi mi? Düşe kalka… Tekrar tekrar hatalar yapmak, yanılmak, ya da yenildiğini görüp sil baştan denemek mi? Yok hayır bu değil, böylesi değil! Asla değil tarif edilen.
Bu misafirhaneye gelişimde nasıl muhabbet dolduysa yüreğime, gidişim de öyle olmalı, değil mi? Her varlığını imanına yükleyip gitmekle mi? Hayatım boyunca tüm kalbimle tasdik ettiğim yahut da etmeye çabaladığım. Sadece inandıklarımla, güvendiklerimle olan yakınlığımla/ünsiyetimle olacak bir sevk ediliş. Zira hayatı verenin iradesi ve idaresiyle… Ömrümde selâmet olan. Duyduklarımın, görüp yaşadıklarımın, nihayetinde itikadımın tutup götürdüğü uzak- ebedi diyarlara… Ta ki ilk ayak bastığımdaki o muhabbet, o munis yoldaşlık yine aydınlatır yolumu. Yüreğimin içini dolduran nurla. Yollarımda selâmet…
Sen (asm) vardın, ta ki hiçbir şey olmamışken her şey enîs olmuştu birbirine… Sana selâm vererek her bir varlık varlığını tasdik ettiler. Sana olan muhabbetlerini lisan-ı hallerine, lisan-ı kâli ekleyerek gösterdiler. Sen (asm) vardın bu keşmekeşte yalnız değildim, varsın ki asla yalnız kalmayacak aciz insanın ruhu. Ve seninle her şey dost, her şey yoldaş. Her şey bir birine muavin… Bütün kâinatın hakikatlerini getirdiğin nur ile nurlandırmıştın. Tüm varlıkların rengi boyandı getirdiğin nurla. Ve her biri namzet selâmet yurduna.
Yüreğimde hüzünler, kalbim kırık. Fazlaca yoruldum, çokça yıprandım ki bu fanide, acıya sabrı, yokluğa tahammülü, varlığa şükrü… Öylesi yokluk ki imansızlığın açtığı yaraya “yakîn” diyerek bağıran hücrelerimin, abdin sıfatlarında fâni olup kendisi onunla bekâ bulmayı arzusu…
Bir dost selâmına öyle hasretim ki… Kendisinden emin olunan, bakışlarında “benden sana zarar gelmez” diyen. Mâba’dı selâmet!
“Biz bu fani hayat için dostluk yapmıyoruz. Bu kısa hayata veda etmek, indimizde ve itikadımızda ebedi bir hayatın mukaddemesidir, öyle ise müteessir olmayalım.”1