Annelik yolculuğumda karşıma çıkan bazı şeyleri 6 aydır “nedir bu” başlıklarıyla bu sayfada paylaşıyorum. Yeni sene ile birlikte bu paylaşımlarımda biraz değişiklik yapıp, şimdiye kadar mevz-u bahis olan afakî keşiflere ara ile enfüsi keşiflerime yer vermek istiyorum. Bu yazıda kelimelerimi her zamankinden özenli seçmeye gayret edeceğim, zira bu ifadelere sebep çok çeşitli ve karışık duygular olduğundan beyanı da bir parça müşkül oluyor.
Şaşkınlık, üzüntü, hayal kırıklığı, öfke, değersizlik, çaresizlik, yetersizlik, pişmanlık, korku, yalnızlık… Hepsi de insan için kıymetli ve işlevsel duygular. Hepsinin olağan şekilde bir araya geldiği bir durum var mı diye sorulsa, tereddüt etmeden anneliğin ilk yılları derim. Saydıklarımın olumsuz duygular olması sizi şaşırtmış olabilir. Çünkü şimdiye dek hep müspet ve yüksek hislerden bahsettim. Güvenli bağlanma, şefkat, sarıp sarmalama isteği; emzirmenin, ten tene temasın o ulvî lezzeti… Annelik deyince ilk akla gelen de budur zaten, öyle değil mi? Nedense bu olumsuz duygulardan pek söz edilmez. “Zorlukları olmaz olur mu, elbette var anneliğin. Ama öyle bir şefkat veriliyor ki her zorluğa katlanıyor insan.” denir. Hayır efendim, zorluk larından bahsetmeyeceğim ben bu yazıda. Tam da o olumsuz duyguların üzerinde duracağım.
İnsaniyetimin gereği olan duygularımı yaşamadığımı, bir yük gibi taşıdığımı ben de çok sonra fark ettim. Başlarda hep bedenime, hormonlarıma yükledim. “Loğusayım ben, hassas olabilirim, duygularım karışık, her zaman kontrol edemiyorum” diye kendime ve çevremdekilere telkinler verip durdum. Sonra zaman geçti, her şeyin normale döndüğünü sandım. Ta ki bir gün, 6 aylık kızıma bağırırken buldum kendimi. Dahası enerjimi boşaltmak adına birkaç kere sağa sola bir şeyler de fırlattım. Bu halimle yüzleşmek inanılmaz bir acı yaşatmıştı bana. Nasıl böyle olabilirdim? O masum yavrunun ne suçu vardı? Evet, belki biraz talepkâr bir bebekti. Ama ben de bu sürece iyi hazırlanmış, nasıl sabırlı olacağını, kendini ve bebeğini nasıl sakinleştireceğini, empatik yaklaşmayı bilen şuurlu ve hatta eğitimli bir anne idim. Ben de çocuğuma bağırırsam…
Severek takip ettiğim başka bir annenin benzer konuda paylaşımına rastladım tam da o sıralar. Sonra bir anda beynimde şimşekler çaktı. Ben aslında bebeğime öfkeli değildim ki. Çünkü onun masumiyetini biliyordum. Ne yapıyor/nasıl davranıyorsa bir ihtiyaçtan ileri geldiği konusunda ona güveniyordum. Gerek kendimle, yani beni ben yapan bütün bu duygularımla gerek ailem ve yakın çevremde insanlarla ettiğim kavgalarımın merkezinde hep aynı yanılgı yer alıyordu. Anneliğe atfedilen o muazzam güç. Annelik hiç şüphesiz çok değerli, çok da kazançlı bir şeydi. Annelik şefkat kahramanlığıydı. Bir kadın anne olduğunda, ona bu vazifeyi gördürecek destek kuvvet gönderiliyordu elbet. Sanki sistemi yeni bir sürüme güncelleniyordu. Ama temel yazılım, program ne üzerine ise o orada durmaya devam ediyordu işte. Nasıl da toplum olarak anneliğin kadını büsbütün değiştirdiği yanılgısı içinde idik hepimiz. “Anne oldun, artık daha az uyku sana yetecek, arkadaşlarınla daha az vakit geçirip, kendine daha az vakit ayırabilir hatta hiç ayırmayabilirsin. Çünkü sana annelik şefkati verildi artık, evladınla birlikte olmak sana lezzet veriyor ve bu lezzet sana yetmeli. Eskiden sana karşı yardımsever ve şefkatli olan eşinin gözünde de seviye atladın. Her anne gibi her şeye koşup yetişebilirsin, yetişmelisin.” Evet, belki anne olmakla birlikte bunlar benim gerçekliğim olmuş olabilir. Ama ben bütün bu gerçeklik içinde her daim nasıl pozitif ve mutlu olmayı başarabilirim? Bu büyük değişimi yaşamış kadınlardan toplum olarak bunu nasıl bekleyebiliriz? Bunu aslında biraz şuna benzetiyorum. 10 kg ve 100 kg taşıma kapasitesine sahip iki aracın var. 100 kg.lık olan için düşünüyorsun ki “Bunun mekanizması daha güçlü üretilmiş, demek ki 200 kg da yükleyebilirim.” Farkında olmadan ne çok yüklenmişim/z, değil mi? Sonra gel de çocuğa bağırma.
Şunu elbette kabul ediyorum; zamanla yeni sürümler gelecek ve bu programın kapasitesi yavaş yavaş artacak. Ama ilk güncelleme sonrası sistemden bir anda iki katı performans bekleme sebebiyle programın hata vermesi gibidir bir annenin masum evladına bağırması.
Özetle, ben anladım ki aslında çocuğuma öfkeli, sabırsız değilim. O ana gelene kadar sabrımı tüketen çok şeyler olmuş. Anlaşılamama, yeterli desteği görememe, yardım isteyememe hatta yardım ihtiyacını dahi bilememe, bireysel hareket edememe, kendi var oluşunu yaşayamama… Peki, bunu anladım da ne oldu? Çocuğuma bir daha bağırmadım mı? Buna bütünüyle “hayır” cevabı vermek zor. Aslında belirli sınırlar çerçevesinde ona öfkemi hissettirmekten artık suçluluk duymuyorum. Çünkü ben de bir insanım, kızım da bir insan. Henüz duyguları bilmiyor olabilir; ancak zamanı gelince öğrenecek ve duygularını normal bir şekilde yaşaması için ortam oluşturmak konusunda telaşa düşeceğimi biliyorum. Bana danışan annelerden biliyorum. Şimdi kendi duygularıma tahammül edemez ve rahatlama imkânı vermez isem bir-iki sene sonra bunu kızıma karşı şefkatle nasıl yapabilirim? Başka bir işe daha yaradı elbette. Menfi duygularımı yaşarken bahanelerimi bırakmaya. Biliyorum ki bunlar benim var oluşumun bir parçası, Bunları insan olduğum için yaşıyorum. Hiçbirinin sebebi kızım değil. Onun bir suçu yok. Bana eziyet olsun diye öyle davranmıyor, şımarık bir çocuk da değil. Emzirmekten bunaldığımda “beni emzik gibi kullanıyor” diye suçu ona atmıyorum. Taşımaktan yorulduğumda “kucağa alıştı, uyanık” diye ona kızmıyorum. Yemeğini döktüğünde, bazen tuvalete bile gitmeme izin vermediğinde, beynimi delercesine çığlıklarla ağladığında yaşadığım tüm olumsuz duyguların sorumluluğunu alıyorum. Ve sonra dönüp kızımı şefkatle kucaklarken o şefkatin birazcığını da kendime ayırıyorum. Çünkü ancak acziyetimi kabul etmekle Yaratan’ın şefkatini celp edebileceğimi biliyorum. Ha bir de, daha empatik bir dünya için dua ediyorum.