Kayboldum. Adamakıllı ne simalar tanıdık, ne de evler, sokaklar. Bu koskoca ıssız şehirde, tenha-garip misali her nereye bakışlarımı çevirsem. Öyle acınılası bir zavallıyım ben de dahlimle. Derinlerime, dehlizlerime, mahzenlerime… Omuzlarımı kaldırıp, ellerim ceplerimde yürüyorum. Uzaklaşıyor muyum kendimden yoksa? Bilemiyorum. Gözlerim inci, mercan, yakut… Nefesim gökyüzündeki kapkara bulutlardan süzülüyor sanki. Ararken nefes almayı bırakıyormuşum. Ne beis var bunda? Ta ki yorulduğumu hissedince bırakıyorum aramayı da. Zonklayan beynimin içinde durmaksızın benimle cenk eden o uğultu. Cepheye çakılmış kale misali bir an olsun boşa tahammülsüz… Muhkem duvarlarına meydan okuyup, diyeceklerimi bir bir yazmaya kalksam… Cümlelerim yer ile göğün arasını kavuşturacak neredeyse! Daha gözlerimi açıp, bakamayacağımdan ürperiyorum. Susuyorum. Sükûtta sabrı umuyorum.
Öyle yoruldum öyle bahtsızlığıma. Sırf içinde kaybolmacasına vardığım mazinin bulutsu geçidine. Tek arzum tozlu bir köşesine çekilmek sergüzeşt-i hayatımın. Yaşım kaç olursa olsun. Orada yargılanmadan ve yadırganmadan ağlamak… İstiyorum ki kimse olmasın, kimse düşüncelerimi kurcalayıp, midemi bulandırmasın. Ve eyzan, çokça yalnızlık elzem ifâde-i meramıma ve bana. Hadsiz düşmanlarıma, husumetleriyle yardım eden dostlarım da uğramasınlar yanıma. Öyle gömüldüm ki zulmetin kahrına, çok muhtacım senin varlığına. Ne vakte kadar tutarsın bu sürgünde? Ya da daha fasih bir tabirle bende ne kaldı tahammülüm için bu sefilliğe?
Daha bulamamışken sana gelmeyi, sır oldum yalnızlıkta. Senin yokluğunda öyle mahvı perişanım. Rabbine yönelmenin, ona iltica etmenin, ona sığınmanın, onu tanıyıp/sevmenin… Tadı öyle yâdimiş ki damağıma. Kayıtlı zamanlarda, kayıtsızca kul olabilmenin huzuruna yetimim. İmanın tadına-tuzuna doğmak ve ölmek mabeynindeki köprümün yamacında… Beni kendi talihsizliğime bırakma! Nereye gittiği belli olmayan yollara düşüyorum sonra. Giriyorum çıkmaz sokaklara. Karanlıkta her rastladığım pırıltıya dost zannıyla kapılıp, mahvoluyorum.
Yokladım kendimi. Baktım ki yokluktan başka yok yedeğimde. Benliğin rengine boyanmış kulluk, zift olup akmaktan kurtaramazken bir hayli. Dertler de yetmez, ağlamaklar da. Nedamet(?). Bir “hiç” olmaya kani’ iken ilk çaldığım kapıydı. Yetmez mi ayrılıklar bana? Yıllardır aradığımı; içimdeki kulluğu yaşat, şu sefilin bedeline. Biliyorum kabiliyetlerime, istidatlarıma, kuvvelerime, hislerime, bakışlarıma, benden ibaret ne varsa… İstisnasız cümlesinin âbidâne birer baki varlığı bulunur eşsiz hazinende. Sırf buralara, bu dünyaya ait değilim ki nihayette!
“Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku… Yoksa hayvan ve camit hükmünde insan olmak ihtimali var!”1 Saklanıp, terk edip, duymazdan gelip, umursamazlığı giyinmeyi… Maddiyat karanlığında, evham zulümatında, boğucu şübehat içinde çırpınmayı… Elhasıl boşuna oyalanmayı bırak! Özüne merhametsizlik etme, evvela kendine acı. Kendine gel. İnsaniyete layık bir surette yüksel.2 Bir an-ı seyyalde tutmak var ömrü. Aynı olgunluğu her daim sergileyememiş olabilirsin/olsan da insansın nihayetinde. Ve sen yine en üstün varlıksın. Hiç olmadığın kadar kul ol bugün. Eskisi gibi kaybolmayacaksın…
Dipnotlar
- Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, 2018, s. 769.
- Age.