Rüzgar açık pencereden eserdi fırfır. Tepenin ötesindeki denizden tuzlu bir koku getirir, evin odalarına paylaştırırdı. Güneş batmaya yakındır, paşabeleninin tepesindeki kızılçamlara kırmızı ışıklar bırakmıştır. Göç mevsimindeki leylekler, ufak bir kervanla evin önündeki paşabelenine dek uzanan çayırlıkta –bu çayırlık sonbahardan ilkbaharın başına değin göl olur, bataklıktır- konaklamaktadırlar.
Nagidos’un beylik evi, yıkılmış duvarlarıyla karşımda durmaktadır. Yine de geçmişten süregelen asaletini ve heybetini sürdürmeyi de başarmıştır. Kocaman kapı ve pencereleriyle, sanki içerisinde hâlâ bir yaşamı barındırıyormuş gibi öylece durur. Rüzgârlı günlerde de dış kapısının gıcırtısı evimize kadar ulaşır.
1990’lar…
Dışarıdan çocuk sesleri gelir, mahalle çocuklarının hepsi çıkmıştır dışarıya. Okulun yorgunluğunu daha da yorularak üzerlerinden atmağa, def etmeğe çalışacaklardır. Ben çıkmayacağım bugün, daha çıkacak binlerce gün var nasılsa. Ben bugün, leylekleri seyredeceğim.
Radyoda Türk Sanat Müziği çalmaktadır. Babam bir kaset getirmişti geçen gün, Phil Ochs adında bir sanatçının bu kaset. Sedirden kalkıp onu yerleştiriyorum radyoya. Müzik usulcana sesleniyor ruhuma, bilinmez hatıralar getiriyor, çoktan unutulmuş anılar… Phil Ochs, 1976 senesinde ölmüş, hayatının detayları büyük bir hüzünle yazılmış kasetin arkasına, intihar ettiği de eklenmiş. Dünyayı değiştirmeğe, eskinin güzel günlerini yaşatmağa gücü yetmediğindenmiş bu. Değiştirmek… Eski, güzel günler… Gücü yetmemek…
Çocukluğunun, 1930’ların yaşanması mümkün olmayan hatıralarının ürünlerini benim çocuk ruhuma fısıltılar halinde bırakıyor Ochs. Tekrar oturuyorum sedire. Babam da az sonra gelir. Annem bu yüzden mutfakta, yemek hazırlıyor. Şimdiden ocaktaki ıspanak kokusunu alabiliyorum. Üzerine dört tane de yumurta kıracak, tastamam!
Babam bugün de direğe çıktı mı, diye merak ediyorum. Elektrikçi babam. Aile mesleğini sürdürüyor. Nagidos’a elektriği bizim ailemiz getirdi; büyükbabam ve büyük amcam Dolmabahçe Sarayının elektriğinden sorumluymuşlar. Güzel de bir resimleri vardır sarayın önündeki havuzcuğun kıyısında. Onlar buraya gelince, herkes minnet duymuş, büyük adam olarak görmüş ailemizi. Dolmabahçe gibi ışıl ışıl olmasa da, buradaki evlere birkaç lamba taktın mı, tamam! Ev ışıldar, sahibi de mutluluktan bir kuş oluvermiştir, düğmeye bastın mı, tamam! Işık yanıverir. İhtiyarlar da minnettardırlar, çünkü bıkmışlardır gaz lambası yakmaktan. Sedirden kalkacak, kibriti tutuşturacak, sonra da gaz lambasını yakacaksın. Büyük iş doğrusu, yorgunluk verir insana. Şimdi düğmeye bastın mı, tamam!
Ama ihtiyarların kimisi alışkanlıklarından vazgeçmez, evinde lambası olduğu halde hâlâ daha gaz lambası yakmağa devam eder. Yo-yo, der, ışığı kısık versin, sönük olsun, ne fark eder, hem ben ne yapacağım parlak ışığı. Böyledir bu. İlk göz ağırlarını bırakamazlar, fırlatıp atamazlar hoyrat gençler gibi. Kendilerine onca zaman hizmet etmiş bir eşyanın duvarda süs olarak kalmasına tahammül edemezler. Bunu gerektirir ihtiyar olmak. Alacakaranlıkta seçilmez olana dek bir bataklıktaki leyleklere bir de yola bakıyorum. Babam az sonra gelir çünkü; Toros’umuzun ışığı görülür, yuvarlacık iki araba gözü. Seslenirim anneme: ‘’Babam geldi!’’
Pencerenin kenarından kalkıp, kapıyı açmağa koşuyorum. Torbalar vardır babamın elinde, belli ki markete uğramıştır. Kapıyı açınca uzanıyorum küçük torbaya. O bana alınmıştır. Babama daha sonra sarılıyorum. “Öteberi almasam sevmeyeceksin beni” diyor babam. Öyle olmadığını kendisi de biliyor, ama alışkanlık olmuş dilinde, sonra sarılıyor bana.
Sofraya oturduğumuzda ıspanağın içindeki yumurtayı en sona bırakıyorum. Babam bilir bunu, tecrübe etmiştir. Kendi tabağındaki yumurtanın bir parçasını böler, tabağıma koyar, bunu ıspanakla ye! der.
Birazını da ablamın tabağına koymuştur yumurtasının, haksızlık olmasın diye. Şimdi annem de kendi tabağındaki yumurtayı alır, babamın tabağına bırakır. Neden beş yumurta kırmaz bilir miyim?
Bugün ıspanağın içine üç yumurta kırıyor annem. Ablam evlendi. Düzen değişmedi ama. Babam tabağındaki yumurtanın dörtte birini benim tabağıma bırakıyor, annem de kendi tabağındakini babamın tabağına.
Şimdi, o eski zaman parçasında da oturduğum pencerenin kenarına oturmuş dışarıyı seyrederken, içeriden, mutfaktan ıspanak kokusu geliyor. Babam da gelmedi henüz. Bugünlerde direğe daha az çıkıyor, yaşlandı da ondan! Yine de seviyor çıkmayı, ayakçağı taktı mı, tamam! ‘’Orada, direğin başında, yükseklerde kendimi genç hissediyorum.’’ diyor.
Alacakaranlıkta seçilmez olana dek bir yola bakıyorum bir de paşabelenine kadar uzanan bataklığa. Yalnızca bir leylek var bataklıkta. Eskiden gelen beş leyleğe ne olmuş, bilir miyim? Öldüler belki, belki de baktılar burada düzen değişti, kalmadı eskiden bir şey, başka memleketlerde, düzenin değişmediği, yeniye özentinin olmadığı, eskiye değerin verildiği ülkelerde konaklamağa başladılar. Bu da onların çocuğu ya da kervanlarındaki bir yabancıdır. Benim gibi geçmişine sadıktır. Bırakmıyordur, terk etmiyordur hatıralarında barındırdığı yerleri.
Alacakaranlıkta seçilmez olana dek bir yola bakıyorum bir de paşabelenine kadar uzanan bataklığa. Bizim Toros’un ışığını görüyorum, iki yuvarlak araba gözünü. Babamın elinde öteberi olan torba yok, yine de açmağa, karşılamağa gidiyorum kapıya. Bu arada sesleniyorum mutfağa: “Anne, babam geldi!”
Fehmi Marankos