Kapak

Her zorluktan sonra kolaylık vardır!

Prof. Dr. İlyas Üzüm

İçinde yaşadığımız fizikî alemde kusursuz bir düzen, göz kamaştırıcı bir işleyiş gözlenmektedir. Bu işleyişte dünyamızın belli bir hızla dönmesi, gece ve gündüzün birbirini takip etmesi, suyun muayyen bir derece kaynaması gibi değişmez “kurallar” bulunduğu gibi yağmurun yağış zamanı ve miktarı, rüzgarın esme gücü, depremlerin coğrafi koordinatı ve şiddeti gibi esnek olan ya da bilinmeyen kuralları da vardır. Cansızlar dünyasından “insan”a, buradan da “toplum” vakıasına geldiğimizde, kendi içinde bir düzen bulunmakla beraber “esneklik” ve “bilinemezlik” taşıyan olay ve olguların daha fazla olduğu müşahede edilmektedir. Her insan ortak insanî özelliklere sahip olmakla beraber, kendine has fizikî ve psikolojik niteliklere sahip olarak dünyaya gelmektedir. Aynı husus etnik yahut kültürel veya bölgesel planda kendisini gösteren “insan toplumları” için de söz konusu olmaktadır. Fert düzeyinde bir insanın hayatı sağlık, ekonomik durum, maddi refah gibi değişkenler açısından farklı olduğu gibi insan toplumları açısından da gözle görülür farklılıklar taşımaktadır.

İnsanların gerek birey olarak gerekse toplum olarak fizikî alemdeki yasalar gibi sabit kurallar dahilinde olmaksızın esnek, farklı ve dinamik hayat yaşamaları şüphe yok ki tamamen Yaratıcı Kudret’in iradesine dayanmaktadır. Düşünüldüğünde, bunun insanın dünyaya gönderiliş hikmetiyle bağlantılı olarak çok önemli gerekçelere dayalı olduğu anlaşılmaktadır. İnsan, bizzat Yaratıcının ifade ettiği üzere bu dünyaya “ibadet” yani kendisini ve alemi var eden Rabbini tanıyıp Ona kullukta bulunmak üzere yaratıldığı için (Zâriyât 51/56) hayatın tek düze olmayıp imtihan şartlarına elverişli olması zaruri görünmektedir. Bu da kaçınılmaz olarak hayatın birtakım sıkıntılar, zorluklar ve musibetlerle dolu olmasını gerektirmektedir. Bu yüzden Yaratıcı Kur’an’da “Hiç kuşkusuz biz insanı zahmetli bir hayat için yarattık” buyurarak bu hakikate dikkat çekmektedir (Beled 90/4). Burada geçen “zahmet” tabiri imtihanın gerektirdiği her çeşit sıkıntı ve güçlüğü içine almaktadır. Nitekim Kur’an’da bu hakikat daha somut ve vurgulu şekilde şöyle ifadelendirilmektedir: “Muhakkak ki sizi biraz açlık, biraz korku, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden yana noksanlıklarla imtihan etmekteyiz, sabredenlere müjdele!” (Bakara 2/155). İnsanlık tarihine bakıldığında, her dönemde ve her toplum için bu ilahî hükmün ya da yasanın söz konusu olduğu görülmektedir. Bu ayette altı çizilen, söz gelimi, “korku” kimi zaman savaşlar, kimi zaman deprem vs gibi afetler sebebiyle, “açlık” kimi zaman kuraklık, kimi zaman öteki ekonomik zorluklarla gerçekleşmiştir. Aynı şekilde “mal, can ve ürünlerden yana eksiltmeler” de ardı arkası kesilmeyen savaşlar, depremler, seller, çekirge afeti gibi türlü musibet ve afetlerle vukua gelmiştir.

Eğitim hayatında “imtihan” birtakım zorluklar taşımakla beraber, nasıl ki öğrencinin yetişmesi, gelişmesi, geldiği yer itibariyle kendini görmesi açısından zorunlu ise sıkıntı ve musibetler de yaratılış görevimizi gerçekleştirme, bulunduğumuz yeri görme imkanı sağlama ve bizi geliştirme açısından zorunlu görünmektedir. Fert planında, mesela, hastalık hali yaşayan nice insanlar bu vesile ile hayatı sorgulamış, sağlığın önemini fark etmiş, yaşatanın Rabbi olduğunu anlamış ve güçlü bir “ubudiyet” bilinci geliştirmiştir. Yahut beklenmedik musibete duçar olan nice insanlar bu vesile hayatın gerçekliği ve hayattaki “aslî vazifesi” üzerine anlamlı muhasebeler yapıp kulluk hayatı adına önemli adımlar atmışlardır. Pedagoji, psikoloji gibi insan davranışlarına odaklanan sosyal bilimler de tek düze, monoton bir hayatın insanın kendini geliştirmesi açısından verimli olmadığını, gelişme ve tekamülün monotonluğu bozan, keyif kaçıran çeşitli “çeldiriciler”e ve sıkıntılara bağlı olduğunu kaydetmiştir.

Kur’an’da musibetlerle ilgili olarak herhangi bir ayrım yapılmaksızın, “Başınıza gelen her musibet kendi yapıp ettikleriniz yüzündendir, kaldı ki Allah bir çoğunu da affeder” (Şûra 42/30) buyrulmaktadır. Buradaki “kendi ellerimizle yaptıklarımızı” Allah’ın fiziki aleme koyduğu yasaları dikkate almamak, mesela dere yataklarına bina yapmak, yahut inşaat faaliyetlerinde belirlenen kurallara uymayıp kalitesiz malzeme kullanımı vs. şeklinde anlamak mümkün olduğu gibi, bu tür afetlerin meydana gelmesine yol açacak “yaratılış görevlerimizle ilgili kusurlar” olarak da anlamak mümkündür. Kuşkusuz en doğrusu konuyu her iki boyutuyla birlikte ele almaktır.

Gerek insan iradesinin karıştığı gerekse zahiri haliyle irademiz dışında gerçekleşen ve toplum genelini etkileyen musibetler, hiç şüphe yok ki İlahî ilim, irade ve kudretin tecellisi ile vukua gelmektedir. Nitekim bir ayet-i kerime “Allah’ın ilmi söz konusu olmadan bir yaprağın bile düşmeyeceğini” belirtirken (Enam 6/159) başka bir ayet-i kerime “Hiçbir musibet yoktur ki Allah’ın izni olmaksızın gerçekleşsin” (Tegâbun 64/11) diyerek bu gerçeği daha yalın biçimde beyan etmektedir. Ayetlere bütün halinde bakıldığında musibetlerin hem bizim irademize hem de İlahî iradeye bakan boyutu olduğu anlaşılmaktadır. İlahî iradeye bakan boyutu itibariyle musibetler bizim hatalarımız açısından “affetmek”ten “ikâz”a kadar geniş bir yelpazede cereyan etmektedir. Hatalarımızın daha doğrusu genel kusurlarımızın af mı, ilahî ikaz mı, ikaz ise hangi oran ve ölçekte ikaz olduğu tamamen Allah’ın iradesi çerçevesinde meydana gelmektedir. Bunları nihaî olarak bilmek mümkün olmayıp ancak muhakkik alimlerin beyanı çerçevesinde fikir sahibi olmak mümkündür.

Nitekim muhakkik bir alim olduğu eserlerinde aşikar şekilde görülen Bediüzzaman’ın “mânâ alemi”ndeki bir muhaveresi buna müstesna bir örnek teşkil etmektedir. Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan zorluklar ve sonrasında ortaya çıkan mağlubiyetle ilgili olarak birisi kendisine, “Musibet, cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir. Hangi fiilinizle kadere fetva verdirdiniz ki, şu musibetle hükmetti?” diye sorduğunda şöyle cevap vermektedir: “Mukaddemesi üç mühim erkân-ı İslâmiyedeki ihmalimizdir: salât, savm, zekât. Zira, yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş namaz için Hâlık Teâlâ bizden istedi. Tembellik ettik; beş sene yirmi dört saat talim, meşakkat, tahrikle bir nevi namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık; kefâreten beş sene oruç tutturdu. Ondan, kırktan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekât istedi. Buhl ettik, zulmettik, O da bizden müterakim zekâtı aldı” (Sünuhât, “Rüyada Bir Hitabe” [Eski Said Dönemi Eserleri içinde], İstanbul 2017, s. 355-356).

O halde insanların yaptığı kusur, ihmal ya da masiyetler karşısında ilahî irade ya “af” ile ya da hikmet, adalet ve rahmet gibi isimlerinin gereği olarak çeşitli ölçeklerde “musibet” ile mukabelede bulunmaktadır. Ancak hata ve ihmallerimizle ilgili olarak yukarıda meali zikredilen ayetteki “çoğunu da affeder” kaydı; eğer musibet söz konusu olmuşsa, musibetin mazinin günahını sildiğine, başka ayet ve hadisler de musibetten sonra mükafatın bahşedileceğine işaret etmektedir. Nitekim aynı muhaverede, yaşanan büyük musibetin mükafatı olarak Bediüzzaman şunları söylemiştir: “Mükafât-ı hâzıramız ise fâsık, günahkar bir milletin humsu olan (beşte bir) dört milyonu velayet derecesine çıkardı, gazilik, şehadetlik verdi. Müşterek hatadan neş’et eden müşterek musibet mazi günahını sildi” (a.g.e., s. 356).

Görüldüğü gibi bu muhaverede toplum genelini vuran musibetlerin toplum genelinin hatasından kaynaklandığı, uğranılan musibetin geçmişin günahını silerek temizlediği, ayrıca peşinden bir mükafatın da hemen bahşedildiği gibi hayatî tespitlere yer verilmektedir. Bu vesile ile ülkemizde yaşayan 6 Şubat depreminin hem kader ve hikmet planında arka planına hem de bu musibetin doğurduğu veya doğuracağı rahmet meyvelerine odaklanmamız gerekiyor. Kısaca işarette bulunmak gerekirse, bu musibet bizim toplum geneli yahut çoğunluğu olarak hem Allah’ın fizikî/kevnî ahkamına uymamamızın hem de dinî yükümlülüklerimize hassasiyet göstermemiş olmamızın bir neticesi olarak gerçekleşmiş görünüyor. Nitekim bazı ülkelerde yaşadığımız depremden daha şiddetli depremler yaşandığı halde ciddi can kaybının olmaması bizdeki kusuru açıkça göstermektedir. Dinî kusurlarımız ise başta iman zaafı ve gaflet olmak üzere Kur’an’a karşı ilgisizliğimiz, Kur’an’ın ana mesajlarından, sözgelimi adalet, merhamet vb. konulardaki hassasiyet eksikliğimiz gibi hususlar olarak zikrolunabilir.

Bu dehşetli musibetin, Bediüzzaman’ın ifadesiyle “mükafat-ı hâzırası” yani hemen verilen mükafatı, vefat eden on binlerce insanın -hadisin açık beyanıyla (Buharî, “Cihâd”, 30)- şehit olarak ebedi cenneti kazanmaları; yaralanan ayrıca can ve mal kaybı yaşayanların da ebedi hayatları adına -bizim manevi değerini ifade edemeyeceğimiz kadar- büyük ecir elde etmeleridir. Bediüzzaman’ın ifadesinden telmihen “mükafat-ı êcile” ve “mükafat-ı dâime”si ise milyonlarca insana -her ne kadar bazıları gaflet içinde yaşamaya devam etse de- dünya ve ahiret hayatı adına Allah’ın hem fizikî aleme koyduğu yasalara hem de din ile bildirdiği yükümlülüklere uyarak hayat yaşama konusunda kazandırdığı şuurdur.

Biz hayatta şunu görüyoruz ki her zahmetten sonra bir rahmet, her cefadan sonra bir safa vardır. Her karanlık yerini bir süre sonra aydınlığa bırakıyor. Her kıştan sonra bahar geliyor. Bediüzzaman’ın ifadesiyle “her gecenin neharı, her kışın baharı vardır” (Tarihçe-i Hayatı, İstanbul 2020, s. 66). Her zorluk, sonrasında kolaylığa kapı aralıyor. Zahmet-rahmet ilişkisi bazen iç içe, bazen art arda, bazen eş zamanlı, bazen kısa aralıklı olarak gerçekleşiyor. Kur’an-ı Kerim’de “Muhakkak ki zorlukla beraber bir kolaylık vardır” (İnşirah 94/6) ayeti bu İlahî yasayı dile getirmektedir. Ayet-i kerime, mânâ-yı muhalifi ile bir bakıma zorluk olmaksızın kolaylık olmayacağını ifade etmektedir. O halde yaşanan her zorluğu, karşılaşılan her güçlüğü, uğranılan her musibeti yaşanacak olan kolaylığın, ulaşılacak olan rahmetin, nail olunacak olan olumluluğun habercisi olarak görmek gerekmektedir. Çakan şimşekler, düşen yıldırımlar ve çatlayan gök gürültüsünden sonra güneş ışınlarının yağmur damlalarında veya sis bulutlarında yansıması ve kırılmasıyla meydana gelen gökkuşağı rengarenk açılımıyla tam da bunu ifade etmektedir. Nitekim bir başka bir ayet-i kerimede Halık’ı Rahim’imiz, “Allah bir zorluktan sonra bir kolaylık yaratacaktır” (Talak 65/7) ayeti ile hemen olmasa bile yakın bir süre içinde zahmete karşı rahmet, sıkıntıya karşı ferahlık, musibete karşı saadet bahşedeceğini beyan buyurmaktadır.

Leave a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*