Kurşun Kalem

Fesleğen

Bahçenin köşesinde bir dut ağacı, yanında erik ve diğer tarafta asma… Bir uca da kuzukulağı ekilmiş. Hemen yanında marul, maydanoz ve tere… Yan yana açılmış çizilerde domates, biber fideleri…

Ve tabii her çizinin başına ekilmiş, bir kök fesleğen var ki, bahçe sulanırken her yere kokusu yayılır, mis gibi kokar.

Bahçenin başında su tulumbası… Olmazsa olmaz. Tulumbanın yanında muhakkak bir maşrapa su. Günün hangi saati olursa olsun, kuyudan su çekileceğinde maşrapadaki su kullanılır. Tulumbanın işlevi çok. Hem sulama ihtiyacını karşılar hem aşağılarda çamurlu bir şeyler varsa kuyuda yıkanıp yukarıya öyle çıkar, hem de merdivenler, yerler yıkanacağında, kuyudan çekilen suyla yıkanır. Kuyu bir beton blokla kapalı. Her sene sadece temizletileceğinde kaldırılır, sair vakitlerde dokunulmaz. Etrafında oynayan çocuklar, ağaçlardan eksik olmayan kuş sesleri, tırtıllar, solucanlar, bazen kurbağalar ve her nevi böcekler…

İşte ben böylesi bir yerde dokudum çocukluğumu. Pencereleri ve kapıları mavi, iki katlı bir ev. Büyükbabamın ve anneannemin evi. Bizim evimizle onların evinin arasında bir ev vardı sadece ve babaannemlerle altlı üstlü oturup anneannemlere bu denli yakın olmanın bütün nimetlerinden faydalandım diyebilirim. Babaannemin bahçesi de böyleydi gerçi. Yine her köşesi değerlendirilmiş, bir şeyler ekilmiş, başındaki kuyusu, kuyunun önünde taş yalağı ve kuyunun hemen arkasına kalan elma ağacı… Babaannemin, söktüğü havuçları kınalı elleriyle kuyunun yalağında yıkayışını hatırlıyorum. Normalde pazardan aldığımız ve üstünde hiç ot görmediğim havucu, belki de ilk kez otuyla birlikte orda gördüm. Üstündeki otlarından, tavşanın kulağından tutup çeker gibi tutulup topraktan sökülebilen bir bitki olduğunu da… Pırasaların daha sert ve lezzetli olması için kar yağmış toprağa gömüldüğünü de… Her yer çocuksu bir merakla izlenen macera parkuruydu benim için. Deneme yanılma serbest, yanlış yapmak yasak değil, düşüp kafanı gözünü yarsan yumurtayı zeytinyağında pişirip kafana saran büyükler var. Her şey çok daha kolaydı belki, çok daha yaşanası… Karşılarına geçip gönül rahatlığıyla sıcacık bir gülümseme bırakabileceğin bir mekân. Kendini her şeyinle ait ve kabullenilmiş hissettiğin bir yer.

Babaannem ve anneannem, komşu iki dünür olmanın yanında, iyi anlaşan iki arkadaştı da. Bahçe düzenleri, ektikleri ürünler farklı olsa da bir araya geldiklerinde konuşabilecekleri ortak alanlarından biriydi bahçeleri. Babaannem dereotu ekerken, anneannem fesleğen ekerdi ama, kime hangisi lazımsa gider, birbirlerinin bahçesinden alırlardı. Fakat beni en çok etkileyen fesleğenin kokusu olurdu elbette. Dereotu, biraz acımsı, kekremsi olur, kokusu da pek hoş gelmezdi burnuma doğrusu. Ama fesleğen öyle mi. Yanından geçerken kazara sürtünsem bile, illa kokusunu bulaştırır, giysilerim belli bir süre hep fesleğen kokardı. Şimdi bile kokusunu her aldığımda, iştahım açılır, maziye küçük bir yolculuğa çıkarım.

Dört duvara sığmayan çocukluğun nadide izleriydi onlar. Nadide kokuları… O zamanlar bilemezdim elbette, o anların kelimelere, hikayelere dönüşeceğini. Ve rahmetli olan iki dünürün, babaannem ve anneannemin, üzerimdeki izlerini her hatırlayışımda, çocukluğumun kokularını her kokladığımda ruhlarına birer Fatiha göndereceğimi.

Anılar, hatıralar, sevgi dokunuşları bırakıyoruz ardımızda. Bıraktığımız şeylerden birisi de kokular olsa gerek. Bizi, yaptıklarımızı, yemeklerimizi ve dokunuşlarımızı hatırlatan kokular…  Fesleğen kokusu gibi…

Havva Küçük Konur

Leave a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*