Bazen bir cümle, bazen bir şarkı, bazen bir fotoğraf, koku, gülücük sesi… İnsanı geçmişe atar da bırakır. Epey dolaşırsın oralarda, bir yıl öncesi olur ya da onlarca yıl öncesi, fark etmez. Yürüdüğün yollarda yeniden yürürsün gözlerin kapalı. Tanışıp konuştuğun insanlarla yeniden merhabalaşırsın. En sevdiğin manzarayı izlerken bulursun kendini. Yanındaki ağacın dallarındaki yapraklar uçuşurken, daldaki bülbülü dinlersin sonra. Hasretini duyduğun şehirlere gidersin de kokusunu ciğerlerine çekersin. İstanbul gibi, Mekke gibi, Medine gibi, memleket gibi… Sonra yine dönersin olduğun zamanına. Sonra yine bir cami avlusunda duyduğun bir güzel koku, ağlatır bile insanı sokak ortasında. Gelen geçen bakar, merakından, senin içine attığın çığlıkları inadına duymak istercesine bakarlar, dönüp dönüp… O kadar garip olmuş, doğal olmak.
Sokaklarda patır patır koşan minik çocukların ayaklarına bakıp şükredersin gözlerin dolu. Çocukluğundaki koşuşturmalarını yaşarsın. Yeni oyuncak almış çocuğun gözlerindeki sevinç bile hüzünlendirir bazen insanı. En sevdiğin oyuncağına sarılıp uyuduğun geceler, ya da dedenin senin için yaptığı ağaçtan oyuncak aklına gelmiştir…
Bugünlerde anne böyle…
Zordur insan için yaşamak… Bazense çok kolay; o kadar kolay ki aslında. Tek yapmamız gereken iyi olmak, iyileri alkışlamak, iyi düşünmek… Hani derler ya; ne seslenirsen dağa, öyle yankı yapar sana… Aynen öyle hayat! Aynen öyle! Belki de hayatın karşısında değil de yanında olsak daha kolay olacak her şey. Hayatın yanında, yani kaderin…
Sokağa çıkınca bakıyorum insan yüzlerine, herkes ne kadar yabancı olmuş birbirine… Hepimiz birbirimizden ne kadar korkuyoruz, birbirimize gülümsemekten bile korkuyoruz.
Oğlumla yürüyüşler yapıyoruz bazen, dışarıdakilere laf atmakta mahirdir kendisi. Ama yavruya dönüp de gülümseyen, onunla konuşan o kadar az ki? Üç yaşındaki minicik bir yavrudan ne istersiniz ki?
Ama o bizlerden büyük düşünüp soruyor annesine:
“Annecim, teyze kızmış bana, benimle konuşmuyor?”
Oysa Efendimiz buyuruyor; selamlaşınız! Masumların başlarını okşayınız!
Sahi o kadar unutuyoruz ki Yaradan’ı, O’nu…
Geçenlerde minibüsteyiz oğlumla ve ikindi ezanı okunuyor. Yeni yeni Kâbe’yi ve Allah’ımızı tanıdığımız günlerdi. Sessiz minibüste Selim’in sesi:
“Anne ben Kâbe’ye gitmek istiyorum?”
“Peki, oğlum sus!” diyorum mahcup ve sessizce, sus dedikçe bağıracağını unutma gafletine düşerek.
“Gideceğim, ben Allah’a gideceğim” diye yüksek sesle konuşuyor o kalabalıkta.
Rabbim kendini hatırlatması için oğlumu görevlendirdi diye, çok şükrettim bir yanım utansa da…
Utandım çünkü biz öyle korkar olduk ki birbirimize O’nu hatırlatmaya…
İnşallah oğlum, inşallah hepimiz gidelim dedim içimden, en muhtaç olduğumuz şey şu zamanda.
Allah’a gidebilmek… Yalnızken, ya da halk arasında zamanımızı O’na verebilmek…
Belki de O’na gidebilmenin yolu, sadece iyi olmakta, iyi olanı alkışlamakla, iyi düşünmekle olacaktır.
Söylemiştik ya; ne söylerse dilin, sana o döner…
Eve geldiğimizde oğlumun karnını doyururken anlamasa da hem nefsimle, hem onun beyniyle konuştum:
Biz iyilerden olalım oğlum, hatta öyle iyi olmaya çalışalım diye Allah bizim işiten kulağımız, gören gözümüz olsun. Öyle iyi olalım ki bize taş atana gül atalım biz.
İyi söyle oğlum… Annen yapamadı ama şimdilerde deniyor: Ya hayır söyle ya sus oğlum…
İyileri, iyilik yapan her kimse alkışla oğlum çünkü dünyayı ancak güzellik kurtaracak ve insanı sevmekle başlayacak her şey olur mu?