Dostane el ele yürüsen sokakları. Ondan kaçmaya çabalamadan. Hoş, her nereye varsan dertlerin de seninledir zaten. İster yağmurla saklansın, isterse güneşle aşikâr olsun gözyaşların. Gece-gündüz, her saat, her an. Tek bir tecrüben vardır dertlerin sana kattığı. Seni büyütür, olgunlaştırır, ağırlaştırır filan. Vakurla başını eğmeyi öğrenmişsindir çoktan. Ve şımarmak için fırsatları gözlemeyen varlığınla varsındır zahirde. Evvela bir müsebbip ararsın yüreğini kevgire çeviren acılara. Ve hiç vakit kaybetmeden o meçhul suçluların peşinde bulursun kendini. İntikam tavırlı sözcüklerin dumanında göz göze gelmek imkânsız gibiyken. İfadesiz bir yüze rastlamışken aynalarda, öylesine mana yüklüdür ki cümlelerin. Kelimelerin adeta yarış ederler kâğıda koşturmakta. Öylesine hazin bir şefkati giyersin ki… O gönlün asıl sahibinde bulursun arayıp durduğun, muhtaç olup da kıvrandığın teselliyi. Bahtiyarlığın kalbinin üzgünlüğüne boyun eğmemek, yarına erteleyip, peşini bıraktıklarına bir nefes kadar yakınken vazgeçmemek…
Kelin ilacı kabilinden öyle dertliyiz ki… Fıtratımızdan uzaklaştıkça huzuru rüyalarımızda bile göremez olduk. Hanelerimizden ferah yerine, kavga gürültü sesleri yükselir oldu. Özümüze yabancılaştıkça insanlıktan uzaklaşmak fecaatin, bir haber bülteninde işitip gördüklerimizin tefsiri adeta. Sanal varlığımız hakiki varlığımızı hapsedip, tüketti bizi. İçtiğimiz bir bardak çayı sergileme gayretinde bıraktık gayretlerimizi. Yavrularımızı deve kuşu misali teslim ettik ne idiği bilinmezlere. Sadece durmaksızın bahane üreten bir nesilden başka yok elimizde. Oturup-kalkmalarından tutalım da, berbat cümlelerine, hayâdan yoksun giyim kuşamlarına kadar… Bizden hemen sonraki kuşaklarımızla aramızda yıllar yok oysa. Ne büyük tezatlar yaşar olduk yavrularımızla, kendimizle. Ahvalimizi düşünmez, ar etmez oluyoruz tavırlarımızdan. Ne sevgi, ne muhabbet, ne de en ufak bir feraset barınabiliyor artık bozulmuş mayamızda. Ne hüsrandır ki yaşadığımız, gördüğümüzü mihenge vurmadan alıverişimiz yüreğimize, yüreğimizi zakkum çekirdeği misal ediyor. Bize yakışmayan sanal tavırları benimseyip, ne yapıp ne ettiğimizi sorgulamaksızın kaybolduk.
Kulluğumuzu nahoş çürük meyvelerinden ayıklamalıyız geç olmadan. Doğrulara, doğruca niyet edip söz vermeliyiz gecelerimize karanlıklar çokça çökmeden. İyi insan olmayı becerebilmeyi; eşine kıymetli yoldaş olabilmek için çırpınmakta, evladına kol kanat olup o evladı emanet bilmekte bulmalıyız. Fani kırılacak şişeler hükmündeki dünyalarımızı, elmas mahiyetindeki ahiretlerimize değişmeyerek. Zihnimize boyadığımız, yokluk içre umursamazlıklarımız. Ne insan, ne eş, ne de ebeveynliğimizin beş para değeri kalmamışken bu hayatı çarçur etmeye berdevam mı kalacağız?
“Dünya madem fânidir, değmiyor alâka-i kalbe.”1
Bu dünyaya niçin geldiğini her daim sor kendine. Sor ki cennet bahçeleri yeşermek için tertemiz nesimi bulabilsin özünde. Sor ki insan ol. Sorgula ki kul ol. Kendini ölçeklerle ölç-biç gerekirse. İmtihana sivri hiçbir zaafın kalmayacak kadar törpüle fani tarafını. İyice törpüle ki ana baba olasın. Saçların ağarsın bu uğurda, dermanın azalıp gücün tükensin. Yüzündeki çizgilere çizgiler eklensin her geçen gün. Aynaya baktıkça daha da eskimiş bir bedenle ve yorulmuş bir varlık ile göz göze gelsen de, yüreğindeki umut, özündeki gayret, içindeki şevk bedenine aldanıp yanılmasın. En âlâsından şunu diyebilesin kendin için, sayısız kez hem de. “İnandığım uğurda, yoluna baş koyduğum kulluktan kaçmamak için çabaladım!”… Ömür an olur, hüzünler yok olur, sevinç daim kalır… Kalemin kâğıt ile serüveninde bidayetinde tek bir noktaya verilir bazen tüm anlam. Son noktada nüvedir tüm ömrün. Ne mutlu sana. Ne de güzel yaşlanmışsın, bahtiyar bir ömür yaşayarak. Nihayeti Cennete çıkan, sonsuz feraha uzanıp da giden cinsten.
Dipnot
Bedüzzaman Said Nursi, Mektubat,
Nuriye Sağdıç